TÜRKİYE’DE EĞİTİM SEVİYESİ VE EKONOMİK GERÇEKLİK ARASINDAKİ GERİLİM
Eğitim, tek başına bir ülkenin kalkınmasına ya da gelişmesine hizmet etmez. Güney Kore’nin sanayileşme süreci üzerine yapılan çalışmalarda eğitime yapılan vurgu, çoğu zaman neden-sonuç ilişkilerinin karıştırılmasından kaynaklanmaktadır. Güney Kore, eğitimi önceleyen değil; sanayileşmeyi önceleyip, bu süreçte ihtiyaç duyacağı iş gücünü eğitime yönlendiren bir yapı inşa etmiştir. Yani eğitimli nüfus, ekonomik yapıya uygun olarak şekillenmiş; eğitim seviyesi, üretim sürecine entegrasyon esas alınarak belirlenmiştir.
Türkiye’de ise bu süreç tersinden işlemiştir. Son yıllarda eğitim düzeyinde kayda değer ilerlemeler sağlanmıştır. Zorunlu eğitimin süresinin uzaması ve üniversite mezunu oranının artmasıyla birlikte, nitelikli iş gücü profili belirgin şekilde yükselmiştir. Ancak eğitimli nüfus artarken, ekonomik yapı bu nüfusu istihdam edecek dönüşümü gerçekleştirememiştir. Bu nedenle, artan eğitimli nüfusun üretim sürecine etkin katılımı sınırlı kalmış; arz edilen iş gücü ile talep edilen nitelikler arasında ciddi bir uyumsuzluk ortaya çıkmıştır.
Sanayiye Göre Eğitim mi, Eğitime Göre Sanayi mi?
Türkiye’de eğitim seviyesi, ekonominin ihtiyaç duyduğu düzeyin üzerindedir. Bu nedenle tartışılması gereken konu, eğitim seviyesini düşürmek değil; mevcut eğitim seviyesine uygun bir ekonomik yapı inşa etmektir.
Ne yazık ki sanayiciler bunun tersine bir yol izlemekte, görece yüksek olan eğitim seviyesini, görece düşük nitelikli iş gücü talep eden ekonomik yapıya uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar.
Sanayicilerin sıkça dile getirdiği “çalıştıracak işçi bulamıyoruz” ifadesi gerçeği tam olarak yansıtmamaktadır. Aslında sanayiciler, kendi belirledikleri düşük ücret düzeyinde işçi bulamamaktadır. Bu durumun temelinde yatan uyumsuzluğun, sanayiciler tarafından da eğitim seviyesinin yükselmiş olmasıyla ilişkilendirildiği anlaşılmaktadır. Liselerde zorunlu eğitimin süresinin kısaltılması yönündeki tartışmalar da, bu yaklaşımın açık bir göstergesidir.
Türkiye’de eğitim seviyesinin, ekonomik yapının ihtiyaç duyduğu seviyenin üzerinde olduğu konusunda sanayicilerle hemfikiriz. Ancak sanayicilerin bu soruna getirdiği çözüm, toplumun görece yüksek eğitim seviyesini düşürerek mevcut ekonomik yapıya uyarlamak yönündedir.
Oysa Türkiye ekonomisinin mevcut yapısının yarattığı sorunlar, eğitim seviyesini düşürerek çözülemez. Eğitimin geriletilmesi, uzun vadede en çok sanayicilerin kendi gelişim kapasitelerini sınırlayacaktır.
ÇÖZÜM ÖNERİSİ
Ekonomik Yapıyı Dönüştürmeye Girişmeden Önce Ücretler Artırılmalıdır.
Sanayiciler ücretleri artırdıkları takdirde, eğitimli nüfus emeğini sanayiye yöneltebilir. Sanayiciler, mevcut koşullarda bu ücret artışlarını karşılayamayacaklarını ifade etmektedir. Ancak yapılan bu hesaplamalarda, eğitimli iş gücüne sahip olmanın getireceği verimlilik artışları ve diğer olumlu etkiler dikkate alınmamaktadır.
Oysa ücret artışları, bir yandan iş gücü maliyetlerini artırırken; diğer yandan geliri artırabilir, ortalama maliyetleri düşürebilir ve yenilik üretme kapasitesini geliştirebilir. Ayrıca bu artışların maliyetinin tamamına doğrudan işverenlerin katlanmasına gerek yoktur.
- Sosyal Güvenlik Vergileri Kaldırılsın.
Sosyal Güvenlik Vergileri (SGV) kaldırıldığında, bugün için asgari ücret 30 bin TL’nin üzerine çıkar. Peki bu durumda ortaya çıkan boşluk nasıl doldurulacak?
📌 Not: SGV’nin kaldırılmasıyla doğacak boşluk, 2023 rakamlarına göre GSYH’nin yaklaşık %6’sı düzeyindedir.
Sosyal güvenlik, bir bedelin karşılığı değil; tüm Türk vatandaşlarının hakkı olmalıdır.
- Gelir vergisi dilim ve tariflerini değiştirelim.
Mevcut sistemde en yüksek marjinal vergi oranı %40’tır ve geçişler keskindir (%15, %20, %27, %35, %40).
Yeni bir yapı ile 10 dilimli sisteme geçilsin:
%10 – %15 – %20 – %25 – %30 – %35 – %40 – %50 – %60 – %70
Bu yapı:
- Vergi adaletini güçlendirir,
- Piyasanın yarattığı gelir eşitsizliklerini azaltır.
Amasız fakatsız tüm kazançlar bu yeni tarifeye tabi olmalıdır: finansal gelirler, gayrimenkul gelirleri, emek gelirleri, emekli maaşları… hiçbir istisna olmaksızın.
- Artan oranlı bir kurumlar vergisi tasarlayalım.
Kurumlar vergisi, artan oranlı hale getirilsin.
Bu sayede:
- Küçük, orta ve büyük ölçekli işletmeler arasında vergi adaleti sağlanır.
Eleştiriler olabilir:
- Küresel vergi rekabeti,
- Yabancı yatırımcıların caydırılması…
Ancak:
Türkiye’nin doğrudan yatırım karnesi ortadadır.
Bu yatırımlar bugüne kadar ne kazandırdı? Bundan sonra ne beklenmektedir?
- Etkin ve kapsayıcı bir servet vergisi getirilsin.
Bugün tek servet vergimiz, pratikte Motorlu Taşıtlar Vergisidir.
Gayrimenkul, endüstriyel sermaye, finansal varlıklar gibi tüm servet biçimlerine, net varlık üzerinden vergi getirilsin.
Veraset ve intikal vergisi oranları ve dilimleri yeniden yapılandırılsın.
- Vergi Denetim Kurumu/Kurumları Özerkleştirilsin
Bu kurumun denetimleri, ekonomik konjonktürde dalgalanmalara neden olmaz. Siyasilerin oy almasını ya da kaybetmesini doğrudan etkilemez. Böyle bir özerklik, demokrasiye zarar vermez.
Vergi yasaları, demokratik kurumlar tarafından yapılır; denetim ise yalnızca bu yasaların uygulanmasından ibarettir. Kurumun görevini tarafsız ve eksiksiz yerine getirmesi, siyasetçilere oy kaybettirmez. Tam tersine, güvenilir ve tarafsız bir denetim mekanizması, toplumun vergi ödeme isteğini artırabilir.
Kapsamlı bir vergi reformu, enflasyonla mücadelede etkili olacağı gibi kamuya kalkınma harcamaları konusunda özgüven kazandırır.
Asıl mesele, kamu harcamalarını finanse etmek değil; bu harcamaların ekonomide yarattığı parayı geri çekebilecek mali kapasiteyi oluşturmaktır.
Bu vergi reformunun amacı bütçe açığını kapatmak değil; vergi sistemindeki sızıntıları gidermek, gelir ve servet eşitsizliğini azaltmak, ve ekonomik dönüşüm hedefli kalkınma harcamalarını enflasyon yaratmadan gerçekleştirmektir.
Kamu harcamaları genişledikçe, değer üretimi de artacaktır. Etkin ve adil bir vergi sistemiyle, bu harcamaların yaratabileceği olası olumsuz ekonomik etkiler vergisel araçlarla giderilecektir.
SONUÇ
Türkiye’de eğitim düzeyinin yükselmesi, başlı başına bir sorun değil; aksine sosyoekonomik ilerlemenin doğal ve arzu edilen bir sonucudur. Asıl sorun, bu yükselişe karşılık ekonomik yapının hâlâ düşük nitelikli iş gücüne dayalı bir üretim modelinde ısrar etmesidir. Eğitimin değil, ekonomik yapının dönüştürülmesi gerekmektedir.
Eğitimli nüfusu sanayiye entegre edebilmenin yolu, zorunlu eğitimi kısaltmak değil; sanayinin ücret, istihdam ve verimlilik politikalarını yeniden tanımlamaktan geçer. Ücretlerin artırılması, sadece maliyet olarak değil, aynı zamanda verimlilik, yenilikçilik ve gelir artışı potansiyeliyle birlikte düşünülmelidir.
Bu doğrultuda önerdiğimiz kapsamlı vergi reformu, sadece gelir adaletini sağlamakla kalmayacak; aynı zamanda kamu harcamalarının genişlemesini ve ekonomik dönüşümü mümkün kılacak mali zemini de oluşturacaktır. Sosyal güvenlik sisteminin hak temelli olarak yeniden tanımlanması, vergi dilimlerinin yeniden yapılandırılması, servet vergisinin hayata geçirilmesi ve vergi denetimlerinin bağımsızlaştırılması, Türkiye’nin kalkınma hedeflerine ulaşmasında kritik önemdedir.
Eğitimin seviyesi değil, eğitimin üretime entegrasyonu tartışılmalıdır. Bugün tartışılması gereken, toplumun eğitim düzeyini ekonomiye indirgemek değil; ekonomik yapıyı, toplumun yükselen eğitim ve yetkinlik seviyesine göre yeniden kurgulamaktır.


