Sanayi Teşviklerinden Sanayi Politikalarına: Devletin Gerekliliği
Sanayi teşvik sistemimiz esasen yatırım maliyetlerini düşürme anlayışı üzerine kuruludur. Ancak bu yaklaşım, beklenen sonuçları vermediği için son yıllarda ihtiyaç odaklı, ithal ikame mantığıyla şekillenen daha agresif teşvik modelleri görülmektedir. Buna rağmen, bu sistem hâlâ hedeflenen sektörleri yeterince teşvik edememektedir.
Pazarın darlığı bir yana bırakıldığında dahi, Türk finans sistemi bu tür yatırımların hayata geçmesini sağlayacak kapasiteden yoksundur. Dahası, yatırımcı kesim de bu tür uzun vadeli ve yüksek riskli yatırımlara girmekte haklı gerekçelerle isteksiz davranmaktadır.
Dolayısıyla bu yatırımları yapabilecek, hayata geçirebilecek ve sürdürebilecek tek güç Devlettir. Devlet, bir yandan bu yatırımları doğrudan üstlenmeli, diğer yandan da bu yatırımlar için gerekli piyasayı yaratmalıdır. Bununla birlikte, bu alanlarda ihtiyaç duyulan insan kaynağını yetiştirmek de yine devletin üstesinden gelebileceği bir iştir.
Yaklaşık on yıllık gözlem ve araştırmalarımın sonucunda ulaştığım kanaat nettir: Bu süreci başlatacak ve yönetecek aktör Devlettir.
Özel kesim ise bu noktada dürüst olmalıdır. “Yüksek teknoloji” gibi alanlar henüz özel kesimin kendi başına üstesinden gelebileceği alanlar değildir. Devletin öncülüğünde, kamu kurumlarının ihtiyaçlarına göre şekillenen yatırımlar zamanla özel sektörün de bu alanlara yönelmesini sağlayacaktır. Savunma sanayii bunun en somut örneğidir: Devletin öncülüğü ve koordinasyonu sayesinde özel sektör bu alanda giderek artan biçimde yatırım yapmaya başlamıştır.
“Devletçilik” ideolojik bir tercih değil, koşulların dayattığı bir zorunluluktur. Türkiye ekonomisi, geçmişte olduğu gibi bugün de bu gerçeği derinden hissetmektedir. Atatürk, 1935 İzmir Fuarı açış söylevinde bu zorunluluğu şu sözlerle ifade etmiştir:”
“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik, sosyalizim nazariyatçılarının ileri sürdüğü fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok yapılamayanları göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almasıdır. Devlet, hususi teşebbüsle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, liberalizmden başka bir sistemdir.“
[Sami Güven, 1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerinde Amerikan Kalkınma Reçeteleri, s. 36]
Devletçilik uygulamaları, II. Dünya Savaşı sonrasında azgelişmiş ülkelerde ortak bir yönelim hâline gelmiştir. Bu ülkeleri devletçi politikalara yönelten temel neden ise, kalkınamamanın yarattığı baskıyı aşarak hızlı ve kapsamlı bir kalkınma süreci başlatma zorunluluğuydu.
“24 Haziran 1958 tarihinde New York Times Brezilya’nın (esas itibariyle muhafazakâr bir devlet adamı olan) Başkanı Juscelino Kubitschek’in şu görüşleri ileri sürdüğünü yazmıştır:
Azgelişmiş ülkelerdeki hükümetler, <ideolojik tercihleri> sebebiyle veya <kasten devletçiliğe kayma maksadıyla> değil, fakat sadece <durumun gerektirdiği bir zorunluluk olarak>” sanayileşmede başrolü oynamak mecburiyetindedirler.
Yine Times’daki makalede Kubitschek’in:
<Azgelişmiş ülkelerin vatandaşlarının tasarrufları milli ölçüde yatırım sermayesi yaratmaya kâfi değildir; diğer yandan milletlerarası kredi müesseselerinin kaynakları da kifayetsizdir ve statülerinde sınırlayıcı hükümler yer almaktadır… Özel sermaye kazancın düşük olduğu riskli teşebbüslere girmekten kaçındığına göre hükümet bu alanda yolu açmak zorundadır.>
dediği belirtilmektedir.” [Robert J. Alaxender, İktisadi Kalınmanın Esasları, s.87]


