İKTİSADİ GÜNLÜK
BİLİM, DÖRT BİN YILLIK TARİH | PATRICIA FARA | 2009

—Onlara (Mısırlılara) göre, ürünler için hayati bir değer taşıyan Nil’in davranışını anlamak çok daha önemliydi. Takvimlerinde yıllar Ay’ın evrelerine ya da Güneş’in geçişine göre hazırlanmamış, Nil’in taşma düzeni dikkate alınarak üç mevsime bölünmüştü. [s.24]
—Babilliler hesaplarını gezegen yörüngelerinin haritalarını çıkarmak için değil, gök olaylarının bireyleri nasıl etkilediğini anlamak için yapmışlardı. [s.31]
—Babilliler gökleri, her biri kameri aylara denk düşecek şekilde on iki eşit parçaya bölmüşlerdi ve bu aylar önemli takımyıldızlarının isimlerini taşıyordu. Aries (koç) ve Taurus (boğa) gibi Latinceye çevrilen bu isimler şimdi gazete fallarından tanıdığımız zodyakın on iki burcu olarak varlıklarını sürdürmektedir. [s.32]
—Astronomlar gezegen hareketlerini sadece entelektüel bir alıştırma olarak değil, insan üzerindeki etkisini anlamak için de takip ediyorlardı. Madem Güneş’in konumunun değişmesi Dünya üzerindeki yaşamı bu denli açık bir şekilde etkiliyordu, o halde aynı şey neden diğer altı gezegen içinde geçerli olmasındı? Batlamyus’un astrolojisinde, bedenin belli bölümleri belli gezegenlerle ve zodyak burçlarıyla ilişkiliydi ve yıldızlar üzerine yapılan çalışmalar hem İslam dünyasındaki hem de Avrupa’daki hekimler için önemini korumuştu. [s.49]
—Teknolojik değişim bilimsel bilgiye olduğu kadar uygulanabilirliğe, siyasi iradeye ve ticari uyaranlara da bağlıdır. [s.65]
—Görmek beraberinde inanmayı getirebilir, ama her gördüğümüze de inanmamamız gerekir. [s.190]
ANARŞİZM, LAFIN GELİŞİ | DAVID GRAEBER | 2020

—Geçmişi yeniden yazmak için bu kadar çok zaman harcamamın bir nedeni, onun şu anda yaşanabilir bir gelecek hayal etmemizi neredeyse imkansız kılacak şekilde yazıldığına ikna olmam. Bu yüzden komünizmin zaten var olduğu konusunda ısrar ederek herkesi kızdırıyorum. [David Graeber, s.110-111]
—Benim için zorbalığın özü, daha sonra ilk saldırganlığın kendisi için geriye dönük bir gerekçe olarak kullanılabilecek bir tepkiyi kışkırtmak için hesaplanan bir saldırganlık biçimi olmasıdır. [David Graeber, s.140]
—Zaten bir fikir nedir? Fikirler, gücünüz olmadığında sahip olduğunuz şeylerdir. Sonuçta başkanların firkirleri yoktur. Başbakanların da fikirleri yoktur. Onların politikaları vardır. [David Graeber, s.155]
—Aslında bazen siyasetin kendisini şu terimlerle tanımladım: “Sadece insanları doğru olduklarına ikna ederek işleri gerçeğe dönüştürebilmek.”…Bu yüzden siyasetin alanı her zaman şiir ile düpedüz sahtekarlık arasında gidip geliyor gibi görünüyor. [David Graeber, s.161]
TÜRKİYE EKONOMİSİNDE KRİZLER (1929-2009) “EKONOMİ POLİTİK” AÇIDAN BİR İRDELEME | GÜLTEN KAZGAN | 2005

— Kamu kesimi iç ve dış borç stokunun GSMH’ye oranı, devletin (dış dayatmalar gereği) üretim alanından çekilip, iç/dış sermayenin “finansal garantörlüğü”ne ve “zararlarını taşıyıp yararlarını artırmakla görevli bir kurum” olmasına geçiş sürecinde sürekli arttı. 1980 öncesi yıllarda Türkiye’de bu stok GSMH’nin en çok üçte biri civarındaydayken, 1980 sonrası sürekli yükseldi; en şiddetli artış ise 1998-2001 arasında (%69,1’den %125’e) ortaya çıktı. [s.10]
—Krizler aynı zamanda kamu borçlarını sıçratan ögeleri devreye sokar. Bunların başında kısa vadeli özel dış kredilerin ödenemediği krizlerde (IMF ile anlaşma sürecinde) uzun vadeli kamu borcuna, bir “konsolidasyon” işlemiyle döndürülmesi (1958 ya da 1978 krizini izleyerek olduğu gibi) veya 1980’li yıllarda batma noktasına giren bankaları ve şirketleri kamu bankalarına, KİT’lere yamayarak kurtarma ya da 1990’lı ve 2000-2002 yıllarındaki banka çöküşlerinde yükü devletin üstlenmesi kamu borçlarını hızla sıçratan bir ögedir. Aynı zamanda krizde fırlayan döviz fiyatları, dış borçların TL karşılıklarını artırır; spekülatif döviz ataklarını durdurma çabası faiz hadlerini patlatırken, iç borçların faiz giderleri de sıçrar. Döviz ataklarını durdurmak için, mali serbestlik sürecinde elde kalan başlıca politika aleti faiz hadleridir; devlet göklere tırmanan faiz hadleriyle borçlanarak bu atakları durdurmaya çalışır.
Buna krizde işsiz kalan çalışanların ve batan işyerlerinin vergisinden devletin yoksun kalması eklenir. Devletin yükünü artırırken gelirini azaltan kriz süreci, borçları artırırken buna çözüm üretmeyi de güçleştirmektedir. [s.10-11]
FİYAT İSTİKRARI: NE? NASIL? KİMİN İÇİN? | ERDİNÇ TELATAR | 2002

—Fiyat istikrarı… çok sayıda sonuç yaratmaktadır. Bunlardan belki de en önemlisi, yüksek enflasyonun toplumsal ahlak ve gelir dağılımı açısından yarattığı yozlaşma ve bozulmaların bir ölçüde iyileştirilebilecek olmasıdır. Toplumsal ahlak ile gelir dağılımı arasındaki iki yönlü ilişkinin yarattığı kısır döngünün kırılabilmesi, her şeyden önce enflasyonun fiyat istikrarının varlığından söz edilebilecek ölçüde düşürülmesini gerektirmektedir. [s. iv]
—Enflasyonun yarattığı sosyal maliyetlerden belki de en önemlisi ve telafisi en zor olanı sosyal dokuda ortaya çıkan bozulma ve ahlaki yozlaşmadır. Ayrıca, toplumdaki farklı grupların enflasyon ile uyumlu ücret artışı talepleri, toplumsal sınıflar arası çatışmalar yaratmaktadır. Dolayısıyla, enflasyonun düşürülerek fiyat istikrarının sağlanması, sosyal yaşamın sağlıklı işleyişi ve toplumun huzuru açısından da önemli ve olumlu sonuçlar yaratacaktır. [s.13]
TÜRKİYE ÜZERİNE YAZILAR | ROSA LUXEMBURG

—Lasalle’in dediği gibi, yüksek sesle “neyin ne olduğunu” söylemek, en devrimci eylemdir ve en devrimci eylem kalacaktır. [s.7]
—Sadece hükümetin taraftarları, sadece -sayıları ne kadar çok olursa olsun- bir partinin üyeleri için tanınan özgürlük, özgürlük değildir. Özgürlük her zaman farklı düşünenin özgürlüğüdür. “Adalet” fanatizmi için değil, politik özgürlüğün tüm canlandırıcılığı, iyileştiriciliği ve temizleyiciliği bu esasa bağlı olduğu ve “özgürlük” imtiyaz haline geldiğinde, etkisini yitirdiği için. [s.13-14]
—Pazarları kiliselere ve festivallere giden inananlar, buralarda vaaz -dinleyip dini telkin bulmak yerine, giderek daha sık sert siyasi konuşmalar, Sosyalizme hakaretler dinlemek zorunda kalıyorlar. Hristiyanlığa inandıkları için kiliselere koşan, kaygı dolu ve zor hayatların yıprattığı halkı teselli etmek yerine, papazlar grevci işçilere ve hükümete muhalif olanlara lanet okuyor. Dahası, sefalet ve baskıya alçakgönüllülük ve sabırla katlanmalarını tembih ediyor. Kilise ve vaaz kürsüsünü bir siyasal propaganda alanına dönüştürüyorlar. [s.79-80]
—Din adamlarının bir yandan Sosyal Demokratları aforoz ve zulmettiklerini, öte yandan işçilere tevekkülle katlanmayı, yani kapitalistlerin sömürüsüne sabırla katlanmayı vazettiklerini görüyoruz. [s.82]
—Din adamları… Sırf kapitalizmin haksızlıkları karşısında kendilerini savunmaya çalışan işçileri “açgözlülükle” suçlarlar…Nasıl oluyor da Kilise sömürülenlerin sığınağı olmak yerine, zenginlik ve kanlı baskının savunucusu rolünü oynuyor? [s.83]
—[…]Hizmet ettikleri kapitalistlerin ihtiyaçlarını gören ruhban da halkın aklına zincir vuruyor, onu tam bir cehalet içinde tutmaya çalışıyor; çünkü eğitimin kendi gücüne son vereceğini çok iyi anlıyor. Evet, aşağıdakilerin dünyevi mutluluğunu amaçlayan ilk Hristiyanlığın öğretilerini çarpıtan ruhban bugün acı çeken, aşağılanan emekçileri, acılarının bozuk toplumsal yapısından değil, gökyüzünden gelen bir takdiri ilahi olduğuna inandırmaya çalışıyor. [s.109]
İNSANLAR ARASINDAKİ EŞİTSİZLİĞİN KAYNAĞI | JEAN-JACQUES ROUSSEAU | 1754

—Özgür yaşamak ve özgür ölmek isterdim. Yani en onurlu kişilerin bile uysallıkla itaat ettiği kanunlardan başka bir güce boyun eğmeden yaşamak ve ölmek isterdim. [s.13]
—Bir insanın yardımına gerek duyulduğu ve bir kişinin iki kişiye yetecek kadar araç ve gerece sahip olmasının faydalı olduğu anlaşıldığı anda eşitlik kayboldu, işe mülkiyet kavramı karıştı, çalışmak zorunlu oldu. [s.102]
—Dünyanın diğer bölümlerine göre daha fazla değilse de Avrupa’nın daha sürekli gelişmesinin ve daha uygarlaşmasının sebeplerinden biri demir cevherinin bol ve toprakların buğday bakımından en verimli kıta olmasıdır. [s.102]
—[…] Bir kez mülkiyet kavramı kabul edilince bunun sonucu olarak ilk hukuk kuralları ortaya çıktı. Çünkü herkesin mülkiyetini tanımak için herkesin bir şeylere sahip olması gerekiyordu. [s.105]
—[…]Yurttaşlar kör olmuşçasına kendi üstlerinde olanlara değil de altlarında olanlara baktıkları zaman egemenlik onlar için bağımsızlıktan daha değerli hale geldiği için kendileri başkalarına zincir vurabilmek için kendi zincirlerini taşımaya razı olurlar…Egemenlik kurmaya veya kulluk etmeye her zaman hazır olan, tutkulu ve alçaklar arasında eşitsizlik kolayca yayılır. [s.130-131]
—Büyük yığınlar karanlık ve sefalet içinde sürünürken büyüklüğün ve zenginliğin zirvesinde bulunan bir avuç güçlü ve zengin insanın ellerindeki nimetlerin değerini, ancak fakir yığınların bunlardan yoksun oldukları ölçüde bildiklerini…Zenginler yine zengin kalsa bile halk yoksulluktan kurtulursa zenginler mutsuz olacaktır. [s.132-133]
TOPLUM GİBİ GÖRMEK | JAMES C. SCOTT | 2016

—Köylüler, birer tarımcı olarak, farklı ürünler ekmeyi tercih eder, takvimi, toprak koşullarını vs. planlar ve bir dizi ihtiyatlı ekonomik strateji üzerinden bir tür bahis oynar. Köylüler modern kapitalistlerin yaptığı gibi karlarını azamileştirmekten ziyade iflas etme tehlikesini en aza indirme peşindedir. [s.31]
—Tawney’nin köylü olmanın çenesine kadar suyun içinde bir insan olmak demek olduğunu, bu anlamda ufak bir dalganın bile onu boğmaya yeteceğine dönük metaforu…[s.31]
—Yüksek modernist-kibir, onların bütün toplumsal sorunlara karşı yekpare ve tekil yanıtlara ve onlara göre çözümlerin ya halka dayatılması ya da halkın bu şemaların kendi çıkarına olduğuna ikan edilmesi gerektiğine inanmalarına yol açıyor. [s.44]
—Sıradan insanları piyasasının aşırılıklarından nasıl koruyacağımız sorusu, fazlasıyla yanıt beklemekte olan bir klasik sosyalist sorudur. [s.64]
—Uzun vadede yurttaşların piyasanın başarısızlıklarına karşı kendilerini korumalarını sağlayan bir araç olarak iş görmesi muhtemel tek devlet, yeterince kapsayıcı olan iktidar, mülkiyet ve zenginliğin yoğunlaşmasının sağladığı yapısal avantajları reddeden, buna aracılık yapan ya da bunu en aza indiren demokratik devlettir. [s.66]
—Neredeyse sonsuz kültürel ya da ekonomik özellikler dizisinden hangileri toplumsal seferberliğin temellerini oluşturmaktadır? [s.68]
—”Alt-siyaset”, insanların açıkça örgütlenmekte özgür olmadığı sistemlerde nelerin olup bittiğini kavramaya çalışmaktadır. Alt siyaset, başka hiçbir alternatifi olmayanların siyasetidir. [s.76-77]
—Analitik açıdan önemli olan şey… alt-siyaset alemine ilgi göstermediğimiz takdirde insanların büyük kısmının mülkiyet, çalışma, emek ve geçim üzerine nasıl mücadele verdiğini gözden kaçıracak olamamızdır. [s.79]
—Yerleşik kılmaya çalıştığım şey, köylü yoksullar arasında, daha geniş ölçekli bir toplumsal hareket ile bağlantıyı mümkün kılabilecek bir tür topluluk söyleminin ve pratiğinin var olduğudur. Buradan hareketle köylülerin kaygıları, benzer acı ve endişe kaynaklarını ve benzer değerleri paylaşan diğer insanlarla da ilişkili hale gelebilir. [s.80]
—E.P. Thompson, İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu kitabında, bilincin mücadelenin nedeni değil bir tür sonucu olduğunu ileri sürüyordu.
—Anarşizm, hiyerarşi olmaksızın karşılıklılık, hiyerarşi olmaksızın işbirliği ve kordinasyondur; düzensizlik değil, belirli türden bir düzendir.. [s.106]
—Neoliberal Batı siyasal yaşamı, gelir dağılımının üstteki yüzde 15 ila 20’lik kesimin çıkarına dönük olarak örgütlenmiştir. Yasamayı, parayı, partileri ve diğer şeyleri kontrol eden bunlardır. Bir seçimdeki dalavere, ilk basamaktan sonraki yüzde 30’luk kesimin, üstlerindeki yüzde 20’ye imrenmekten daha çok altlarındaki yüzde 50’den korkmaya ikna etmektir. [s.99]
—Refah devletinin şefkatli ve cömert bir hükümetin ürünü olduğunu da düşünmemek gerekiyor. Gerçekte refah devleti, onu parça parça yaratan mücadelelerin ürünüdür. [s.108]
TÜRK DÜŞÜNÜNDE BATI SORUNU | NİYAZİ BERKES | 1975
Bu kitap “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?(1964)” ve “Batıcılık, Ulusçuluk ve Toplumsal Devrimler (1965)” kitabının birleştirilmiş halidir.

—Türkiye’nin hatırı sayılır bir devrim ve kalkınma geleneği de vardır. Ve bu Batı uygarlığına kavuşmuş Batı-dışı biricik toplum olan Japon toplumunun değişim tarihinden öncesine kadar gider. Türkiye üstün bir uygarlıkla karşılaşmış olmanın verdiği dersler altında yuğrula yuğrula, modern uygarlığın fırını içinde pişe pişe çağdaş uygarlığın gerçekliklerini ve zorunluluklarını anlamıştır. Atatürk devrimleri, bütün bu deneylerin ürünüdür. [s.149]
—Türkiye, iki yüz yıllık çabalardan sonra yolunu bulmuş, gelişme haline gelmiş, çağdaş bir toplum olma yoluna çoktan girmişti. Onun bu durumundan gelişmemiş toplumların durumuna düşürülmesi… geriletici güçlerin etkisidir.
Bu denli elverişli koşullar içinde Türkiye’nin ekonomik kalkınma, toplumsal değişme, çağdaş uygarlığa uyma işlerini başaramamış olmasını yorumlamak için, bu güçlerin ötesinde neden aramamıza gerek yoktur. İlk yüz yıllık bocalama hikayesindeki yargılarımız yersiz bir kötümserliğin değil, Türk toplumunun taşıdığı büyük olanakların dar kafalı çıkarcıların elinde öldürülmüş olması karşısında Türk aydınının güçsüz kalışının verdiği acının yankısıdır. [s. 154-155]
—XVIII’nci yüzyılda Osmanlı Devleti’nin Batı devletleriyle politik ve ekonomik ilişkilerinin başlangıçları üç özellik gösterir:
(1) Değişme ve kalkınma çabaları, bu devletlerin siyasal çatışmalarına karıştırılmıştır;
(2) Batıya dönme ondan etkilenme, ya hep tersine ya da zamansız olmuştur;
(3) Batıya dönüş, içeride reform yapma zorunluluklarından kaçınmak için ya da bundan kaçınılamayınca Batıya dönüş “denize düşenin yılana sarılması” cinsinden olmuştur. [s.159]
—Ulusal bağımsızlık savaşı, devlet adamlarına politikada Batıya karşı tutumunun ne olacağını gösterecekti. Savaşın verdiği en büyük ders, Batı denen şeyin emperyalizm denen bir yanı olduğunu anlatması olmuştur. Osmanlı İmparatorluuğu, Batı uyduculuğu politikası ile kendini Batının karşısına o şekilde koymuştu ki Batı onun karşısında emperyalizm denen güç oldu. Demek ki Türk toplumu batıdan bağımsız durumda kalmadıkça Batı onun karşısına mutlaka bir emperyalizm şeklinde çıkacaktır. Bu bir ekonomik zorunluluktur.
Bunun en tehlikeli yanı modern çağ uygarlığına kendi yapısını uygulayacak şekilde değiştirmek imkanını yitirmesidir. Batıdan bağımsız olmayan hiç bir geri kalmış toplum Batılılaşamaz, ilerleyemez; ister reform ister devrim yoluyla kendine yeni düzen veremez; sele kapılmış bir saman çöpü gibi sürüklenir durur.
Tekrar edelim: ulusal kurtuluş savaşının verdiği ders şuydu: Türkiye ancak Batıya rağmen Batılılaşabilir! Türkiye Batı’ya karşı gelmedikçe ondan bağımsız olamayacak, kendini de düzeltemeyecekti. [s.168]
TÜRKİYE’DE GERİ KALMIŞLIĞIN TARİHİ | İSMAİL CEM | 1970

—Daha iyisini tanımayan ve kıyaslama yapamayan bir insanın kendi yaşama şekliyle yetinip memnun olması olağandır. [s.6]
—Osmanlı yönetimi İslam kültürüyle Türklerin devlet kurma alışkanlık ve yeteneklerini birleştirmiş, Kuran’a dayanan kurumlarla kavramları çok akıcı bir şekilde yorumlayarak kendi gerçekleriyle bağdaştırmış, çağının en güçlü devletini meydana getirmiştir. [s.31]
—Osmanlı toprak rejimi genel çizgileriyle Kuran’ın ilkelerine ve İslam hukukuna dayanmaktadır. “Toprak senin benim değil, Allah’ındır” anlayışı bu rejimin çıkış noktasıdır. [s.36]
—Osmanlı düzeninde halkın ekmeği talih rüzgarının esişine değil, açıkgözlerin kazanma hırsına terk edilmemişse bunun nedeni yalnızca ekonomik değildir; İslam ilkelerine uymak gereğinin bir sonucudur. [s.52]
—Vergi toplamını azaltmamak için, Osmanlı devleti Hristiyan tebaasını kitle halinde din değiştirmeye asla zorlamamıştır. [s.81]
—Osmanlı toplumunun ekonomik ve sosyal gelişmesindeki, ileriliğindeki temel etken, çağın en büyük üretim aracı olan toprağın devlet mülkiyetinde bulunması; yönetimin devletçi iktisat politikasıdır. [s.103]
LİBERALİZM MASALI | MAHMUT ESAT BOZKURT | 2008

—Bir gün Silifke hapishanesini teftiş ediyordum. Ağır cezalılar arasında 75’lik bir ihtiyar gördüm. Merak ettim. Suçunun ne olduğunu sordum:
-Suçum yok. Borçluyum!
-Borcun ne kadar?
-30 lira. Fakat Bey’im ben bu borcun anasını belki on defa ödedim. Bu 30 lira faizinin faizinin faizi!..
Hapishane defterlerine baktırdım. Adamcağız bu yaşına kadar ilk defa borç için hapishaneye düşmüş.
-Baba, borcunu ben vereyim, hadi sen git, dedim. Ağladı.
-Köleleriniz sağ olsalardı, ben buralara düşmezdim.
-Kölelerim de kim oluyor?
-Benim evlatlarım…Birisi Çanakkale’de şehit oldu, öteki İstiklal muharebelerinde yaralandı. Geldi. İyileşemedi. İkisi de size ömür bıraktılar.
-Onlar kölelerim değil…Kardeşlerimdirler. Ben de senin oğlun…Onların yerine borcunu ben ödüyorum. [s.178, 6 Kasım 1943]
ATATÜRK VE DEVRİMLER | NİYAZİ BERKES | 1982

—Onu ve yaptıklarını benim de tanıyışım var, o tanıyışı elde etmek için çok emek harcadım. Atatürk’ü tanımam, bugünkü kimi Yıldönümü Atatürkçüleri gibi tersinden, sonundan değil, başından başlar. Onu tanımak, yalnız yaptıklarının sonuçlarını listelemekle biten bir iş değildir. Onu ancak, en aşağı bir yüz yılın tarihi içine koymakla değerlendirebiliriz. [s. 21]
—Okumuşun anlaması gereken şey…Gericilik diye bir şey yoktur, gerilik olmadıkça. Bunu anlamadıkça ilerici ile gerici arasında, halk açısından, büyük bir fark yoktur. Bunu anlamadıkça, gericilikle başarılı bir savaş yapılamaz. Modern bir toplumda ilerici halkın yanını tutmadıkça, ne Sartre para eder ne de Brecht. [s.44-45]
—Atatürkçülük ulusal çağdaşlaşma tarihimizin doğal sonucudur. [s.87]
—”Borçlanmaksızın devlet yürütülemez” ya da “yabancı ülkelerden borç alınarak kalkınılabilir” inancı Tanzimat döneminde adete bir devlet yönetimi ilkesi haline gelmişti. [s.89]
EKONOMİ POLİTİK | JEAN-JACQUES ROUSSEAU | 1755

—Yasaların en birincisi, yasalara saygı göstermektir; sert ve acımasız cezalar, birtakım dar kafalılar tarafından, elde edemedikleri bu saygının yerine korkutmayı ikame etmek üzere tasarlanmış boş ve yararsız bir çaredir. [s.18]
—Şurası kesindir ki halklar, uzun vadede yönetim onları ne yapmışsa odurlar: Yönetimin isteğine göre savaşçı, yurttaş, insan; yönetimin keyfine göre kuru kalabalık ve serseri guruhu. [s.21]
—Bir yerde koruyacak yoksullar ve dizginlenecek zenginler olduğunda kötülüğün en büyüğü gerçekleşmiş demektir. [s.30]
—Servetlerde aşırı eşitsizliği önlemek yönetimin en önemli sorunlarından biridir ama bunu hazineleri sahiplerinin elinden alarak değil hazine yığma olanağını herkesin elinden alarak, yoksullar için bakımevleri kurarak değil yurttaşları yoksullaşmaya karşı güvenceye alarak yapmalıdır. [s.30-31]
—Vergi matrahlarını belirlemede görüşlerini basit parasal hedeflerden ötelere yöneltmek, ağır vergi yüklerini yararlı yönetim kuralllarına dönüştürmek ve halkın kafasında “galiba bütün bunlar vergi gelirlerini artırmaktan çok ulusun refahını sağlamak için yapılıyor” düşücesini uyandırmak, ancak gerçek devlet adamından beklenecek bir davranıştır. [s.53]
DEMOKRATİK ZORBALIK | ALEXIS DE TOCQEVILLE | 1835-1840

—İnsanları birbirlerinden bağımsız kılan eşitlik, onlara kendi edimlerinde sadece kendi iradelerine tabi olma eğilimi ve alışkanlığı kazandırır. [s.9]
—Amerikalılar her devlette toplumsal iktidarın doğrudan halktan kaynaklanması gerektiğine inanırlar ancak bu iktidar bir kez kurulduktan sonra önünde adete hiç bir sınır olmayacağını düşünür, her şeyi yapma hakkını kolayca tanırlar. [s.13]
—Avrupa’da her şeyin nasıl olup da adeta merkezi iktidarın imtiyazlarını sınırsızca artırmak ve bireysel varoluşu da günbegün daha zayıf, daha bağımlı ve daha güvencesiz kılmak için yarıştığını görmek bizi şaşırtacak ve ürkütecektir. [s.26]
—Özgürlük gibi, farklılıklar da günden güne yok oluyor. [s.28]
—Kendi kendini yönetme alışkanlığını tamamen terk etmiş insanların, kendilerini kimin yöneteceğini doğru seçmeyi nasıl başarabileceğini anlamakta güçlük çekiyorum. Hizmetkarlardan oluşan bir halkın yapacağı seçimlerden özgürlükçü, enerjik ve bilge bir hükümetin çıkabileceğine inanmak mümkün değil. [s.48]
BÜYÜK FİRAR: SAĞLIK, VARLIK VE EŞİTSİZLİĞİN KÖKENLERİ | ANGUS S. DEATON | 2013

—Gereksinim duymak, icatların anası olabilir, ancak başarılı bir hamileliği garanti edecek hiçbir şey yok. [s.25]
—Rakamlarım ne şekilde bir araya getirildiğini ve ne anlama geldiğini anlamazsak, problem olmayan yerde problem görme, acil ama karşılanabilir ihtiyaçları göz ardı etme, ürkütücü gerçekleri gözden kaçırıp fantezilerden olay çıkarma ve yanlış anlamalardan yola çıkarak hazırlanmış politikalar oluşturma riskleriyle karşı karşıya geliriz. [s.31]
PREKARYA. YENİ TEHLİKELİ SINIF | GUY STANDİNG | 2011

—1804 yılında, politik iktisatçıları nesiller boyunca şaşırtan bir metin yazıldı. Yedinci Lauderdale Kontu’nun yazdığı bu metin, daha sonra Lauderdale paradoksu olarak da bilinen bir meseleye dikkat çekiyordu. Metindeki argümana göre özel mülk sahibi zenginlerin serveti arttıkça, kamusal servet azalıyordu. Zenginler ne kadar zenginleşirse, müştereklerden de bir o kadar alıyorlardı. “Yaratılmış kıtlık” meydana getirip bir yandan da tekelleşme ile birlikte fiyatların artmasına neden oluyorlardı. Bu argüman hiç bugünkü kadar doğru olmamıştı. [s.20]
—Plütokratlar, ekonomik olarak hem kötü hem iyi zamanlarda kazanıyorlar. Pandeminin ilk altı ayına bakacak olursak, prekarya içinde yer alanlar borçlarını ödeyebilmek için çabalayıp aşevlerine başvururken, Forbes’e göre İngiltere’nin milyardelerinin %53’ünün serveti 26,3 milyar paunddan 211 milyar paunda sıçradı. On yıllardır görülmüş bu en feci çöküşte, tek bir milyarderin servetinde en ufak bir azalma olmadı. Üstelik ABD’de milyarderler daha da iyi durumdaydılar ve servetlerini üçte bir oranında artırdılar. İşsizlik bir yandan artarken, pandeminin ilk üç ayında otuz kişi daha milyarder seviyesine ulaştı. [s.20]
—Hiçbir yere gitmeyen ve geleceği olmayan bir işe cafcaflı bir ad verilir ve o işin güvencesiz tarafları gizlenmeye çalışılır. idare edecekleri bir ordu ya da ekip olmayan kişilere “şef”, “üst düzey yönetici”, “yönetici memur” gibi unvanlar veriliyor.
[…]Fransızlar şu sıralar temizlikçi kadınlara daha saygın bir unvan olan “yüzey teknisyeni” olarak sesleniyorlar.
[…]Söz konusu cafcaflı unvanlar, ücretlerde herhangi bir artış olmamasını maskeliyordu.
[…]Düzleşmiş ve vasıfsızlaşmaya yüz tutmuş iş yapıları, unvan enflasyonu ile gizleniyordu. [s.57-58]
ANARŞİZM | JAMES C. SCOTT | 2012

—Pierre-Joseph Porudhon’un “anarşizm”terimini ilk kullandığında aklında olan ortaklıktır, yani “hiyerarşi ya da devlet kanunu olmadan işbirliği”. [s.10]
—Pek çok anarşist düşünürün aksine ben devletin her yerde olduğuna ve her zaman özgürlüğün düşmanı olduğuna inanmıyorum. [s.11]
—Tamamen uzak durmak istediğim başka bir anarşizm türü varlık, mülk ve statüdeki büyük farklılıkları tolere eden (ya da hatta bunu teşvik eden) libertenyerizm türdür. Özgürlük ve (küçük “d” ile) demokrasi, Bakunin’e göre aşırı eşitsizlik durumunda acımasız bir sahtekarlıktır. [s.12]
—Basitçe, büyük zenginlik, mal ve statü eşitsizliği özgürlüğü bir alay konusu haline getiriyor. [s.13]
—Pazar mantığına inanan birisi dışında (ki o bir insanın etik olarak kendini menkul bir mal gibi satmasını -tabi ki kendi istediği sürece- maruz görür) herkes için net olan şudur ki demokrasi göreceli eşitlik olmayan acımasız bir oyundur. Bu tabi ki bir anarşist için büyük bir ikilem. Eğer göreceli eşitlik ortaklığın ve özgürlüğün gerekli bir koşuluysa bu devlet dışında kim tarafından garanti edilebilir? Bu muammayla yüzleşince, hem teorik olarak hem de pratikte, ben devletin feshedilmesini bir seçenek olarak görmüyorum. [s.14]
—Gizli bir anlaşmanın pratik efektlerine erişmek için gerçekten gizli bir anlaşmaya ihtiyaç yoktur. [s.36]
—”Yolu yürürken biz yaratırız.” [Chuang Tzu] [s.38]
—Karizma bir ilişkidir; tamamen dinleyici kitlesine ve kültüre bağlıdır… Başka bir deyişle performansı izleyen kişilerin tepkisine ve onlardaki yansımasına bağlıdır. [s.45]
—”Bir organizasyon [ya da devlet] ne kadar büyük ve otoriterse, yönetici sınıfının hayal dünyalarında yaşıyor olma ihtimalleri o kadar yüksektir.” [Kenneth Boulding] [s.51]
—Bir sosyal ya da ekonomik düzen ne kadar planlı, düzenli ve resmi ise resmi planların tanımadığı gayri-resmi süreçlere o kadar bağımlıdır ve resmi düzenin kendi başına yaratamadığı ve devamlılığını sağlaymadığı bu süreçler olmadan yaşamını sürdüremez. [s.71]
—”Bir ölçüm amaç haline geldiğinde, iyi bir ölçüm olmaktan çıkar.” [C. Goodhart] [s.146]
—[…]Tercih yaptıktan sonra yaptığı tercihi açıklayacak bir anlatım bulmalıdır. Bu, o kararı neden verdiğini açıklamaz; sadece başka türlü anlamlandıramayacağı kararı açıklar -tatmin edici bir alatım bulur.-
ARİTMETİK | PAUL LOCKHART | 2017

—Saymamızın ana sebebi karşılaştırma yapmaktır. [s.1]
—[…]Bir sayının kendisi ve nasıl temsil edildiği önemli…Eğer 3, sadece üç sayısını temsil eden bir sembolse bu durumda temsilinden bağımsız olarak üç tam olarak nedir?[s.7]
—Kolay sıkılmamız ve meraklı olmamız gerçeği dışında (ki bunlar dolaylı yoldan sanat, bilim ve teknolojiye yol açmıştır) insanlığın en büyük özelliklerinden bir diğeri de tembel olmasıdır. [s.13]
—İcat çıkarmanın annesi ihtiyaçlar olsa bile babası kesinlikle sıkıntıdır. [s.14]
—Bir sayma taşına değerini veren, bulunduğu yerdir. Bu basamak-değer fikridir. Bir oyuga bırakana kadar bir kasenin içinde duran bir sayma taşının hiç bir anlamı yoktur. Sonrasındaysa karşılık gelen değeri alır. [s.40]
—[…]Çığır açan düşünce sıfır değil, sembolik basmak-değer sistemidir…[s.66]
—5×8 yazıldığında 8, topladığımız asıl niceliktir; tek bir kekin fiyatı mesala 5 ise bir sayaçtır ve kaç kopya istediğimizi göstermektedir.
O halde 5×8 ile 8×5 aynı anlama gelmemektedir. Ancak şaşırtıcı bir şekilde bu ikisi de aynı değere sahiptir. Yani sekiz yumurta bulunan beş sepet ile beş yumurta bulunan sekiz sepet tamamen farklı durumlar olsa da toplam yumurta miktarı yine de eşittir. [s.94]
—[…] Ne 7×8 bir soru ne de 56 bir cevaptır. Yedi kere sekiz bir sayıdır ve temsil edilmesinin bir sürü yolu vardır.
—Bir makinenin bizim için bir şeyler yapmasını sağlamanın püf noktası, kavrayış ve anlayışı süreçten çıkarmaktır; işi mekanik bir eyleme indirebilmemiz için ne olup bittiğini anlamanın gereğinin olmamasının ötesinde anlamaya ihtiyaç duymamamızın esas olması gerekir, aksi takdirde bu işi akılsız dişlilerle yaylara nasıl yaptırabiliriz?
[…]Makine inşasındaki ilk adım, gerçekleştirilmesini istediğiniz işlemi zihinsel iş gerektirmeyen, ezbere dayalı, mekanik eylemlere bölmektir. [s.142]
OSMANLI İMPARATORLUĞU | HALİL İNALCIK | 2018

—Miri arazi, yani devletin rakabesini (mutlak mülkiyet hakkını) elinde tuttuğu arazi, bütün tarım topraklarını kapsamaz. Miri arazi yalnız hububat ziraatı yapılan, tarla olarak kullanılan, arzidir. Bağlar ve bahçeler bunun dışarısında kalır.[…]Tarla, bağ ve bahçe haline getirilemez. [Cilt I, s.15]
—Timar usulü, muayyen bir arazinin tevcihi veya araziye ait bazı hakların verilmesinden ziyade bazı vergilerin havalesinden ibarettir, başka deyimle havale sisteminin bir hususi tatbik şeklidir. Havale edilen vergilerin, timarın, toprağa ait vergiler olması da şart değildir.[…]Timar sahibinin toprak üzerindeki müdahale hakkı, bu vergilerin emniyetle toplanabilmesini garanti eden tahdid ve kontrol selahiyetinden ibarettir.[..] Timar bir tahsis ve havaledir.[…]Toprak üzerinde doğrudan doğruya tasarruflar, bu sistemin soysuzlaştığı zamanlarda meydana çıkan anormal bir şekildir. [Cilt I, s.39]
—Timur’un vurduğu müthiş darbeden sonra merkezi devletin tekrar doğabilmiş olması muammasını da bize timar sisteminden başka bir şey çözemez: Osmanlı timar sistemi, kollarını sıkı bir şebeke halinde ülkenin en küçük köyelerine kadar uzatmış köklü bir siyasi-içtimai nizam teşkil ediyordu; bütün bu nizamı, merkezde defterlerinde tutan, bunlara meşru ve mer’i mahiyetini kazandıran merkezi otorite idi. Onun için halk kitleleri kadar timarlılar da bu otoritenin yeniden kurulmasında hayati bir menfaat gördüler. [Cilt I, s.117]
TARİH HIRSIZLIĞI | JACK GOODY | 2006

—”Tarih hırsızlığı”, tarihin Batı tarafından ele geçirilişi anlamına geliyor. Bu da geçmişin Avrupa, çoğu zaman da Batı Avrupa ölçeğinde olan bitenlere göre kavramsallaştırılıp sunulmasını, ardından da dünyanın geri kalanına dayatılmasını ifade ediyor. [s. 1]
— Bizim aylarımızın, Ay ile pek az ilgisi vardır, aslında İslam’ın kameri ayları bu açıdan kesinlikle daha “mantıklı”dır. Güneş veya mevsim yıllarını kameri aylara eklemleyen her takvim seçiminde bir sorun vardır. İslam’da yıl aylara göre ayarlanmıştır; Hristiyanlıktaysa tersi yapılır. [s.17]
—[…] Yalnız ipek üretimi değili ipeğin makineleşmesi de ilk olarak Çin’de başladı ve gerek ipekte gerekse pamukta bir “ithal ikamesi” sürecinin damgasını vurduğu Avrupa’daki tekstil üretimini besledi. [s.106]
—Türkiye [Osmanlı Devleti] “sıra dışı bir esneklik devleti” olarak betimlenir; “erken gerilemesini” yalnızca tarihçilerin “kalleşçe bugünden geriye bakışları ima etmiştir”.
…Yazar [Fernandez-Armesto] “haritaların benimsenmesinde İstanbul’un ileri görüşlülüğünü” överek devam eder; İstanbul’dakiler, Kolomb ve diğerlerinin, eninde sonunda kendi durumlarını büyük bir şiddetle etkileyecek olan dünya çapındaki keşiflerine ilgi gösteriyorlardı. [s. 140]
HER ŞEYİN ŞAFAĞI | DAVID GRAEBER & DAVID WENGROW | 2021

—[…] Tek bir model yok. Tutarlı olan tek olgu değişim olgusunun ta kendisidir ve bunun sonucu olarak farklı toplumsal olasılık bilincidir. Tüm bunların doğruladığı şeyse “toplumsal eşitsizliğin kökenleri”ni aramanın gerçekten yanlış soruyu sormak olduğudur.
Eğer insanlar, tarihimizin büyük kısmı boyunca farklı toplumsal düzenlemeler arasında akıcı bir şekilde gidip geldiyse, hiyerarşileri düzenli olarak bir araya getirip dağıttıysa, belki de asıl soru “Nasıl sıkışıp kaldık?” olmalıdır. Nasıl tek bir biçim aldık? Bir zamanlar sadece türümüze özgü olan bu siyasi özbilinci nasıl kaybettik? İtibari ve boyun eğmeyi geçici çareler veya hatta bir tür büyük mevsimlik tiyatronun ihtişamı ve şartı olarak değil de insanlık durumunun kaçınılmaz unsurları olarak ele almaya nasıl başladık? Eğer sadece oyun oynayarak başladıysak, oynadığımızı hangi noktada unuttuk? [s.151]
—Binlerce yıl boyunca hiyerarşi biçimleri inşa edip ardından onları parçalarına ayırdıktan sonra -primatların en bilgesi olduğu varsayılan- Homo sapiens, neden kalıcı ve katı eşitsizlik sistemlerinin kök salmasına izin verdi? [s.156]
—[…] Mülkiyet kontrolünün ilk olarak nasıl komuta gücüne çevrildiği anlamaya çalışılırsa bakılacak en bariz yer iş dünyası olacaktır. [s.172]
—”Şimdiye kadar icat edilmiş emek tasarrufu sağlayan tüm makineler tek bir insanın zahmetini azaltmadı (John Stuart Mill).” [s.174]
—”Refah” mutlak bir ölçü değildir. Kişinin mutlu ve rahat bir hayat yaşamak için ihtiyaç duyduğunu hissettiği her şeye kolayca erişebildiği bir durumu ifade eder. [s.176]
—”Kendi tarihimizi kendimiz yazarız ama kendi seçtiğimiz koşullar altında değil (K. Marx).” [s.259]
— İster modern ister eski toplumlarda olsun, gücün gerçeklerini anlamak elitlerin yapabileceklerini iddia ettikleri ile gerçekte yapabilecekleri arasındaki uçurumu kabul etmektir. [s.523]
— Devlet, “siyasi uygulama maskesinin ardında duran gerçeklik değildir. Siyasi uygulamayı olduğu gibi görmemizi engelleyen maskenin kendisidir.” [ Philip Abrams] [s.523]
—”Medeniyet” kelimesi, aslında toplumların gönüllü koalisyon yoluyla kendilerini organize etmelerine izin veren siyasi bilgelik ve karşılıklı yardım niteliklerine atıfta bulunan Latince civilis‘ten türemiştir…Karşılıklı yardımlaşma, toplumsal iş birliği, sivil aktivitizm, konukseverlik ya da sadece başkalarını önemsemek gerçekten medeniyetleri yaratan şeylerse, o zaman bu gerçek medeniyet tarihi daha yeni yazılmaya başlıyor. [s.524]
—Tarihle ilgili sorulacak daha ilginç sorular belirlemeye çalışıyorsak, bir tanesi şu olabilir: Genellikle “cinsiyet eşitliği” olarak adlandırılan şey (buna basitçe “kadın özgürlüğü” demek daha doğru olabilir) ile belli bir toplumdaki yenilik derecesi arasında pozitif bir korelasyon var mıdır? [s.605]
—Eğer insalık tarihinde bir şeyler feci şekilde yanlış gittiyse -dünyanın şu anki durumu göz önüne alındığında, bir şeylerin yanlış gittiğini inkar etmek zordur- o zaman belki de tam insanlar diğer toplumsal varoluş biçimlerini hayal etme ve hayata geçirme özgürlüğünü kaybetmeye başladığında her şey ters gitmeye başladı… [s.607]
DOĞA, KÜLTÜR VE EŞİTSİZLİK | THOMAS PIKETTY | 2023

—İsveç, bazı toplumların ebediyen eşit, bazılarının ise eşitsiz (örneğin Hindistan) olduğunu savunan doğal ve hatta kültürel faktörlerle bağlantılı uzun vadeli determinizm fikrine karşı çıkmak için ilginç bir vakıadır. Özellikle egemen grupları barındıran sistemin kazananlarının her zaman eşitsizlikleri doğallaştırma, onları ebedi olarak sunma ve bu nefis intizamı herhangi bir değişime karşı uyarma eğilimine rağmen; sosyal ve siyasi yapılar, çağdaş gözlemcilerin hayal ettiğinden bile daha hızlı değişebilir. Gerçek çok daha akışkandır ve sürekli yeniden inşa halindedir. Gerçek güç mücadelelerinin, kurumsal uzlaşmaların ve nihayete ermemiş çatallanmaların meyvesidir. [s.8]
—Eşitsizlikler ciddi bir şekilde azaltılmadan ve mevcut kapitalist sistemden radikal bir şekilde ayrışan yeni bir ekonomik sistem kurulmadan küresel ısınma krizinden çıkış ve insan ile doğa arasında uzlaşma mümkün değildir. [s.9]
—Kuzey-Güney eşitsizlikleri ve ikinci olarak da aynı ülkeler içindeki salınım eşitsizlikleri gibi nedenlerle, eşitsizlikte ciddi bir azalma ve daha fazla eşitliğe doğru yeni bir gelişme aşaması olmaksızın küresel ısınma sorununa itimat edilir bir çözüm tahayyül edilemez. [s. 51]
—Değişimin asıl güçleri, sosyal ve siyasi seferberlik ve yeni kurumsal fırsatlar inşa etme kapasitesidir. [s.12]
—Servetler… her zaman gelirden daha eşitsiz bir şekilde dağılır. Sermayeyi elde bulundurmak aynı zamanda güç ilişkilerinin yapısını da belirler. [s.12]
—Toplumsal sistem, ekonomik gücün aşırı yoğunlaşmasıyla tanımlanmaktan hiçbir zaman kurtulamadı. [s.18]
İSTİHDAM, FAİZ VE PARANIN GENEL TEORİSİ | JOHN MAYNARD KEYNES |1936

—İçinde yaşadığımız iktisadi toplumun göze çarpan hataları tam istihdamı sağlamada gösterdiği başarısızlık ve servet ve gelirin keyfi haksız bölüşümüdür.[s.315]
—[…] Tam istihdamın varlığını sürdürdüğü noktaya kadar sermaye artışının düşük tüketim eğilimine bağlı olmak şöyle dursun aksine belirtilen eğilim tarafından engellenmesi söz konusudur. Sadece tam istihdamın geçerli olduğu koşullarda, düşük tüketim eğilimi sermaye artışlarına vesile olabilmektedir.[s.315-316]
—Alışılmış tüketim eğiliminde meydana gelen bir artış genelde (tam istihdam koşulları dışında) aynı anda yatırım artışını teşvik edecektir.[s.316]
—Günümüz koşullarında servet artışının düşünüldüğü gibi zenginlerin sakınmalarına bağlı olmadığını tam da tersine engellediği sonucuna götürmektedir. [s.316]
—[…]İktisatçıların ve siyaset felsefecilerinin ileri sürdüğü, doğru ya da yanlış fikirler zannedildiğinden daha güçlüdür…Kendilerini entellektüel etkilerin dışında tutan iş adamları, esameleri dahi okunmayan iktisatçıların köleleri durumundadır.[s.324]
—[…]Er ya da geç, iyi ya da kötü olması anlamında tehlikeli olacak olan fikirlerdir, kazanılmış haklar değil.[s.324]
İKTİSAT NEDİR? | ROSA LUXEMBURG | 1925

—İnanılmaz görünse bile, çoğu iktisat profesörleri için kendi bilgilerinin gerçek konusunun ne olduğu hakkında belirli bir fikre sahip olmadıkları da bir gerçektir. [s.10]
[…] Bu çok bilgili profesörler bize İktisadın uğraştığı ana meselelerin neler olduğunu söylemeyecek ve bu bilimin nasıl ve niçin ortaya çıktığını açıklamayacaklar. [s.15]
DEVLET GİBİ GÖRMEK: BAZI TOPLUMSAL KALKINMA PLANLARININ BAŞARISIZLIK HİKAYELERİ | JAMES C. SCOTT | 1998

—Devlet yetkilileri ve tarım reformcularının akıl yürütmelerine göre bir kez bütünleşik, özel bir arsa verilen köylüler birdenbire zengin olmak isteyecek ve hanesini de verimli bir işgücü oluşturacak şekilde örgütleyip bilimsel tarımı uygulamaya koyacıktı…[s.55]
—…Devlet açısından görece anlaşılmaz olan bir toplum, hem hoş karşılanan (yaygın aşılama) hem de rahatsız olunan (kişisel gelir vergileri) ince ayarlanmış birtakım devlet müdahelesi formlarından yoksun kalacaktır. Bu durumda toplumun maruz kalacağı müdahalelere tipik olarak toplumu içerden tanıyan ve kendi kişisel çıkarlarını dayatma ihtimali bulunan yerel takipçiler aracılık edecektir. Bu aracılık olmadan (ve sıklıkla aracılık varken de) devlet eylemleri büyük ihtimalle amaçları ya fazlasıyla aşacak ya da amaçların fazlasıyla altında kalacak, yani becereksizce yürütülecektir.
O halde okunaksiz bir toplum, devletin etkili herhangi bir müdahalesinin karşısında, o müdahalenin amacı ister yağma ister kamu refahı olsun, bir engeldir…Devletin amacı vatandaşlarının gündelik alışkanlıklarının (hijyen veya sağlık uygulamaları) veya çalışma performanslarının (vasıflı emek veya makine bakımı) değiştirilmesini gerektiriyorsa bu tür bir cehalet devletin elini kolunu pekala bağlayabilir. Ayrıntılı bir şekilde okunabilen bir toplum, yerel bilgi tekellerini ortadan kaldırır ve yasaların, kimliklerin, istatistiklerin, düzenlemelerin ve ölçülerin tek biçimliliği sayesinde bir tür ulusal şeffaflık yaratır. [s.87-88]
—Bir popülasyon ya da toplumsal uzam ne kadar statik, standartlaşmış ve tek biçimli olursa o kadar okunaklı ve devlet yetkililerinin tekniklerine o kadar açık olur. [s.92]
—Eğer daha uygun bir orman tasarlamak adına doğa yeniden şekillendirilebiliyorsa daha uygun bir nüfus yaratmak için toplum neden şekillendirilmesin ki? [s.99]
—”Verimlilik en iyi ihtimalle bir kar potansiyeli yaratır.” der Marglin. “Kontrol olmadan sermayedar, o karı realize edemez. Dolayısıyla kapitalist kontrolü artıran örgütlenme biçimleri karları yükseltebilir ve üretkenliği ve verimliliği kötü etkileseler bile sermayedarların beğenisini kazanabilir. Buna karşın üretim örgütlenmesinin kapitalist kontrolü azaltan daha verimli biçimleri karları düşürüp sermayedarlar tarafından reddedilebilir.” [s.312]
METİS NEDİR?
—Geniş anlamıyla metis, durmaksızın değişen doğal ve insani ortama karşılık olarak geniş bir pratik beceriler ve edinilmiş kavrayış yelpazesini temsil eder. [s.292]
—[…]Nasıl yelken açılacağı, uçurtma uçurulacağı, balık tutulacağı, koyun kırkılacağı, araba kullanılacağı ya da bisiklet sürüleceği konusunda edinilen bilgi metis becerisine bağlıdır…Bunların tümünün metis gerektireceğine dair güçlü işaretlerden biri de bu becerilerin, etkinliğin kendisini gerçekleştirmeden öğretilmesinin sıra dışı biçimde zor olmasıdır. [s.293]
—Metis, kitaptan öğrenme yoluyla başarılı bir şekilde aktarılabilen tümdengelimci ilkeler halini alacak kadar, basitleştirmeye direnir, zira uygulandığı ortamlar öylesine karmaşık ve tekrar edilmezdir ki formel akılcı karar alma prosedürlerinin uygulanması imkansızdır. Bir anlamda metis, hiçbir formülün geçerli olmadığı deha diyarı ile ezbere dayalı öğrenilebilen kodlanmış bilgi diyarı arasındaki o büyük boşlukta yatar. [s.295]
—Beceri gerektiren herhangi bir zanaatten elde edilebilecek temel kurallar neden hala onu gerçekleştirme noktasında acı biçimde yetersizdir? Michael Oakeshott’un belirttiği gibi, sanatçılar veya aşçılar esasında kendi sanatlarıyla ilgili yazabilir ve onu teknik bilgiye indirgeyebilir, ama onların yazdıkları bildiklerini değil, daha ziyade yalnızca bilgilerinin indirgenerek açıklama haline getirilebilecek küçük bir parçasını temsil eder. Bir zanaatin başlıca kurallarını bilmek ile onu maharetle icra etmek arasında dağlar kadar fark vardır. “Bu kurallar ve ilkeler, etkinliğin kendisinin özetinden ibarettir; etkinliği öncelemezler, etkinliğe yön verdikleri pek söylenemez ve etkinliğin itici gücünü sağlayamazlar. İlkeleri toptan, sular seller gibi bilen birisi aynı zamanda bu ilkelerin atıfta bulunduğu etkinliği uygulamada tamamen beceriksiz olabilir, çünkü etkinliğin uygulanması bu ilkelerin uygulanmasından ibaret değildir; öyle olsaydı bile bunların nasıl uygulanacağı bilgisi (etkinliği gerçekten uygulamanın bilgisi) bu ilkelere dair bilgilerin içinde verili değildir.” [s.295]
—Metisin özü, temel kuralların somut bir durumda nasıl ve ne zaman uygulanacağını bilmektir. Metisin uygulanmasındaki incelikler bilhassa metis değişken, belirsiz (bazı gerçeklerin bilinmediği) ve özgün ortamlarda kıymetli olduğundan önemlidir. [s.295]
—Bu tür bilgi tanımı gereği özgündür; yalnızca yerel pratik ve deneyim yoluyla edinilebilir. [s.296]
—Metiste ortaya çıkan pratik ve deneyim neredeyse her zaman yereldir. [s.296]
—Verili bir yetinin uygulanmasının her örneği yerel koşullara özgül bir ayarlama gerektirecektir. [s.297]
—Deneyimi, bilgiyi ve metisin uyarlanabilirliğini dışlayan ya da baskılayan herhangi bir formül, tutarsızlık ve başarısızlık tehlikesi altındadır; tutarlı cümlelerle konuşmayı öğrenmek salt dilbilgisi kurallarını öğrenmekten fazlasını içerir. [s.298]
—Bu bilgi hiçbir zaman durağan değildir; pratik deneyler yoluyla durmaksızın genişletilmektedir. [s.301]
—Metis için turnusol testi pratik başarıdır. [s.302]
— Pratik bilginin gücü, çevrenin olağanüstü bir dikkatle ve zekice gözlemlenmesine dayanır. [s.302]
—Metis, belirsizliklerin bizi (deneyimli) sezgilerimize güvenmeye ve yolumuzu el yordamıyla bulmaya zorlamasına sebep olacak kadar baş döndürücü olduğu karmaşık maddi ve toplumsal görevler için en uygun akıl yürütme biçimidir. [s.304]
—Pascal’ın yazdığı gibi, akılcılığın büyük başarısızlığı “teknik bilgiyi tanıması değil, başka herhangi bir bilgiyi tanımamasıydı.” [s.316]
İSLAMİYET VE KAPİTALİZM | MAXIME RODINSON | 1969-Türkçe

—Ahlaki ve ideolojik buyruklar ne olursa olsun, her Devlette her sosyal kategorinin üleştirmedeki hakları ve çıkarları, ancak Devlette temsil edilmişse ve saygı yaratan bir güce dayanıyorsa, tam olarak gözetilir. Oysa, geleneksel Müslüman Devlette bu şartların ne biri ne ötekisi vardı. Hayır faaliyeti (işleri), sadece böyle bir durumun yaratacağı yıkıcı sonuçları bir azınlık uğruna hafifletmekten başka bir şeye yaramıyordu. [s. 113-114]
—Ribanın ne olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. Kelimenin asıl anlamı “artma, artış”tır. Bugünkü anlamda basit bir faiz söz konusu olmasa gerek. Ödünç alınan meblağın (nakdi ya da ayni sermaye ve faizler), borçlu vadesinde ödeyemediği zaman, bir kat daha artırılmasının söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. [s.44]
—Ribanın yasaklanması pratikte pek etkili olmadı çünkü din bilginleri teorik yasaklamaları”kitabına uydurmakta” ustaydılar. [s.71-72]
—C. H. Becker, “gerçekte çok yaygın olan doğu kaderciliğinin, dini buyruklardan çok siyasi düzensizlikten ve iktisadi darlıktan ileri gelip gelmediğini bilmek sorunu önem kazanmaktadır” diye yazıyordu. [s.156]
—Mısır’da sanayi, Muhammed Ali (1805-1849) zamanında, ama Devlet sanayi olarak 1816’dan itibaren kurulmuştur. Yeni binaları kuran, bütün yatırımları yapan, işçilerin ücretlerini ödeyen, üretilen malları satan Devlet’tir. [s.171]
—Ekonomik geri kalmışlık, Batı karşısında siyasi güçsüzlük yaratıyordu. [s.175]
—Muhammed Ali, sonra da Atatürk tarafından girişilen ve kapitalizme giden “eğitici” devlet yoluyla bu süreci kontrol altında tutma denemesi pek az inandırıcı sonuç verdi. Üçüncü yol, önce Sovyet tecrübesiyle meydana gelen sosyalist modelle gerçekten açıldı. [s.187]
—Dolaysız yabancı boyunduruğuna hemen hemen her yerde son verildi. Boyun eğme şekilleri, hem içte hem dışta, daha ince hatta daha görünmez hale getirildi…Avurpa-sovyet-amerikan sınai toplum modellerinin yayılma ve çekim gücü karşısında öbür toplumların bir seçme yapmak zorunda oldukları görülmektedir: Ya sınai toplumların iktisadi hakimiyeti altına girecekler ( bu iktisadi bağımlılık, gizli ya da açık bir siyasi bağımlılığı getirir) ya da kendileri bir sanayi toplumu haline gelecekler. [s.252]
BORÇ SİSTEMİ: DEVLET BORÇLARININ VE REDDEDİLMELERİNİN BİR TARİHİ | ERIC TOUSSAINT | 2017

—Kamu borçları kapitalizmin yapısında son derece önemli bir dişlidir. Bir boyun eğdirme ve tahakküm altına alma aracı olarak borç sistemi adeta kapitalizmin iktisadi mimarisidir. [s.7][Patrick Saurin]
—Dış borç aracılığıyla tahakküm, on dokuzuncu yüzyıl boyunca başlıca kapitalist güçlerin emperyalist politikalarının önemli bir parçası olmuştu; yeni biçimlerde yirmi birinci yüzyılda da bela olmaya devam etmektedir. [s.9]
—Dış borç ile serbest ticaret politikalarının benimsenmesinin bileşimi, Latin Amerika’yı on dokuzuncu yüzyıldan bu yana boyunduruk altına almak için kullanılan anahtar düzenek olmuştur. [s.19]
—Büyük güçler Yunan halkını egemenliğini icra etme hakkından mahrum bırakarak Yunanistan’ı tabi bir konumda tutmuşlardı. Monarşi ve yerli hakim sınıflar halkın hoşnutsuzluğunu her seferinde hedefinden saptırarak milliyetçiliğe ve Osmanlı gücüne karşı düşmanlığa yöneltmeye çalışmışlardı. [s.69]
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİ: BÖLÜŞÜM, BİRİKİM VE BÜYÜME | ERİNÇ YELDAN | 2001

—2000-istikrar programı, döviz kurundaki değişmeleri yaşanmış enflasyona göre ayarlamak yerine, öngörülen – hedef- enflasyona göre aşındırmayı planlamaktadır.
[…]Program boyunca zaten reel olarak değer kazanması (appreciation) beklenen Türk Lirasının, program başında en azından fiyat enflasyonuna göre dengede -hatta değer yitirmiş konumda- olması önemli bir ön koşuldur.
[…]Türkiye’de ise 1999-sonunda döviz kurunun reel olarak dengede olduğu konusunda çok ciddi şüpheler vardır.[s. 186, 188]
TÜRKİYE İKTİSAT TARİHİ | NİYAZİ BERKES | 1969

—İbn Haldun yapıtını yazdığı zaman, Osmanlı devleti henüz gençlik çağındaydı. Osmanlı devletinin hayat halkalarının daha yarısı bile tamamlanmamış olduğu bir zamanda kitabını yazan İbn Haldun’u okursanız görürsünüz ki adam, Osmanlı devletinin geçireceği dönemlerin özelliklerini adete (hiç sevmediği) falcılar gibi görmüştü. Gerçekte bu, onun falcılığından değil, o tür devletlerin hep aynı modele uyan siyasal dönemler göstermelerinden ileri gelen bir şeydi. [s.19]
—Biz bunlara bugün rasgtele “devlet” der geçeriz.; ne var ki devletlerin çeşidi var. Doğu-İslam tarihinde görülen devletlerin çoğunluğu süper-sınıfın bütün güçlerini kendinde toplamış olan bir kişinin soyunun, şimdiki deyişimizle bir hanedan (dinasti) haline gelişi, çeşidinden olan devletlerdir. Bu tarihte, toprak ağalığı, ticaret ağalığı veya sermaye ağalığı çeşidinden edinilmiş güçlere dayanan devletler görülmez. [s.21-22]
—Feodalizmde asıl güç, ihsan yapan üstün seigneur veya lord’da değil, mal sahipliği ile ihsan ve ünvan alan vasaldedir. Daha önce, bir vasal öldüğü zaman toprağı, bağımlısı olduğu üstüne, eğer o da ölmüşse onun varisine geçerdi. Demekki o zaman toprak-tutma (tenure) henüz daha mutlak değil; o zamanın deyimi ile “precaire”dir, geçicidir. Halbuki şimdi vasal ölünce, üstün seigneur o toprağı ölen vasalin mirasçısına “ihsan etmeye” mecburdur. Vasal sahibi olmanın biricik yolu da bu oluyor. Bunu sağlayamayanın vay haline! [s.29]
—Ekonomik faktörler tarihte ekonomik ilişkilere ve topluma “güç” yolu ile hakim olarak etki yapar. Peki bu “güç” nereden gelir? Veya ne çeşit ekonomik ilişkiler “güç” yaratır? Örneğin, neden köle veya serf veya işçi emeğinin ürününün artık-değerini alma hakkı bir güç oluyor? Başka bir deyimle, hangi güç bunu bir hak yapıyor? Bu hakkı yaratan üretim araçlarının özel mülkiyetidir. Öyle ama bu hak, siyasal bir güç haline gelmedikçe sözünü dinletemez. Bundan ötürüdür ki her ekonomik ilişki veya mülkiyet ilişkisi çatışması, aynı zamanda siyasal bir çatışma olur. [s.37]
—Her politik ekonomi türü, başlangıcında üstüne kurulu olduğu eğilimlere uygun şartlar bulduğu zaman kendi çevresinde bu eğilimler yönünde gelişir, büyür, yayılır. Fakat bunun bir sınırı vardır; oraya geldi mi duralar. Her sistemin içinde daima yatan kendine zıt eğilimler yaşar, durur. [s. 156]
—İsimler, ünvanlar değişebilir, fakat ekonomik bir süreç olarak öz yani bir toplumun ekonomisinin, o toplumun başındaki devlet tarafından yabancılara verilmiş imtiyazlarla gelişemez hale konuluşu henüz kapanmış bir hikaye değildir. [s.194]
—Bu boğuşma, hazineye kim hakim olacak davası üzerinedir. Çünkü ona kim hakim olursa, köylünün emeğinden savaş masraflarına ve asker maaşına kadar uzun bir yolculuğa çıkacak olan değerin, kimlerin küpüne (resmi yerlerde olanlar için) ve kimlerin kasasına (mültezim ve sarraf için) gireceğini o tayin etmiş olacaktır. Bu, büyük bir güç ve servet savaşı dramıdır. [s.283]
UNUTULMAZ KÖY ENSTİTÜLERİ | FAKİR BAYKURT | 1997

—Kırk yıllık Amerikan yardımıyla, daha çok borçlanma doğuran dış kredilerle geldiğimiz sonuç ortada. Niçin kendi gücümüzü harekete geçirmeyi bilmiyoruz?
Köy Enstitüleri yanlıştı da, yabancı uzmanların önerdiği, Amerikanın dayattığı projeler mi doğruydu? 1950’den sonra okullarımızda eğitim öğretimle ilgili tam 22 Amerikan projesi uygulandı; lütfen söyler misiniz ne çıktı onlardan?
—Toplumda adaletli vergi düzeni kurulmadığı için yönetimlerin kolaydan paranın değerini düşürmesi sonucu yaşam pahalılanır, halk yoksullaşır.
KARANLIK BİR DÜNYADA BİLİMİN MUM IŞI | CARL SAGAN | 1995

—Karanlığa lanet etmektense bir mum yakmalıyız. [Özdeyiş]
—Gerçeklikle karşılaştırıldığında, bilimde vardığımız düzey ilkeldir, çocuk oyuncağıdır. Ama sahip olduğumuz en değerli şey de odur. [s.1] [Albert Einstein]
—Neyin doğru olduğu umurumuzda mı? Fark ediyor mu?
“…Cehaletin esenlik getirdiği yerde, Zeki olmak budalılık“
demiş ozan Thomas Gray. Gerçekten de öyle mi acaba? Edmund Way Teale, 1950 tarihli Circle of the Seasons (Mevsimlerin Döngüsü) adlı eserinde aynı ikilemi daha iyi incelemiş görünüyor:
“Ahlaki açıdan değerlendirilecek olursa, kendinizi iyi hissetmenizi sağladığı sürece bir şeyin doğru olup olmadığını umursamamak, cebiniz doluysa paranın nereden geldiğine boşvermek kadar kötüdür.” [s.11-12]
ELEŞTİREL DÜŞÜNME KLAVUZU | TRACY BOWELL – GARY KEMP | 2015

—Eğer insanların sizi ikna etmeye yönelik girişimlerini çözümleme becerinizi geliştirerek söylediklerini veya yazdıklarını doğru bir şekilde yorumlayabilir ve iyi bir argüman sunup sunmadıklarını…değerlendirebilirsiniz; bu da yanlış bir şey yapmanızı ya da yanlış bir şeye inanmanızı engelleyebilir (s.2).
—Retorik: Birini bir şeye inanmaya, bir şeyi arzu etmeye veya bir şeyi yapmaya ikna etmeye yönelik, söz konusu inanç, arzu ve eylemi yalnızca kullanılan sözcüklerin gücüyle motive etmeye çalışan sözlü ve yazılı girişim (s.5).
—[…] Ahlaki olmayan davaları desteklemeye
MİLLETLERİN ZENGİNLİĞİ | ADAM SMİTH | 1776

—Amsterdam Bankası, oraya yatırılmış olandan ödünç vermeyip, defterlerinde kredi açtığı her florine karşılık, kasalarında ya para ya külçe olarak, bir florinin değerini saklamak iddiasındadır (s. 521).
—Bütün üretimde gözetilen tek amaç ve erek, tüketimdir. Üreticinin çıkarı ise, tüketicinin çıkarını ne derecede kayırması gerekiyorsa, ancak o kertede kollanılmak lazımdır…Gelgelelim, merkantilist sistem tüketicinin çıkarını hemen hemen bidüziye üreticinin çıkarına feda etmekte ve öyle görülüyor ki, tüketimi değil, üretimi bütün sanayinin ve ticaretin son amacı ve ereği saymaktadır (s.732).
—Yetiştirdiğimiz yahut yaptığımız mallarla rekabete girebilecek bütün yabancı malların ithaline karşı konulmuş olan engellerde, yerli tüketicinin çıkarı, üreticinin çıkarına açıkça feda edilmektedir (s.732).
Gerçekte, bu gibi düzenlemelerle belirli bir sanayi mamulü bazen, haliyle olabileceğine kıyasla daha çabuk meydana gelir ve bir zaman sonra anayurtta, yabancı ülkedeki kadar yahut ondan ucuza yapılabilir (s.487).
—Anayurt piyasasının birden bire yabancıların rekabetine açılıvermesiyle zanaatını bırakmak zorunda kalan büyük bir sanayi girişimcisi, kuşkusuz pek çok zarara uğrar. Sermayesinin, çokluk gereç satın alınıp işçilerinin ücretini ödemekte kullanılan kısmı, belki pek güçlüğe uğramadan bir başka iş alanına aktarılır. Ama bu sermayenin işliklerle zanaat aletlerine çakılı bulunan kısmının, hatırı sayılır kayba uğramadan elden çıkarıldığı olmaz. Onun için, çıkarı insafla göz önünde tutulunca, bu gibi değişikliklerin hiç bir zaman birden bire yapılmamasını, yavaş yavaş, azar azar ve çok önceden haber verildikten sonra olmasını gerektirir (s.504).
ÖZGÜRLÜKLE KALKINMA | AMARTYA SEN | 1999

—Smith çıkar gruplarının “kamu çıkarlarını bildikleri” için değil, “kendi çıkarlarını daha iyi bildikleri” için kazanma eğilimi gösterdiklerini öne sürdü. Şöyle yazyordu (s.127-128):
“Ne var ki, ticaret ya da imalatın belirli bir dalında faaliyet gösteren tüccarın çıkarı bazı bakımlardan daima kamunun çıkarlarından farklıdır, hatta ona ters düşer. Piyasayı genişletmek ve rekabeti daraltmak her zaman tüccarın çıkarınadır. Piyasayı genişletmek çoğu kez kamunun çıkarına yeterince uygun olabilir; ancak rekabeti daraltmak daima kamunun çıkarına karşı olmalıdır ve tüccarın, karları doğal olanın üzerine çıkararak kendi yararları için yurttaşlarının geri kalanına anlamsız vir vergi koyabilmelerine hizmet edebilir. Bu düzenden gelen yeni bir yasa ya da ticaret kuralı önerisi, en kuşkucu bir tutumla uzun süre ve dikkatle incelenmeden asla benimsenmemelidir.“
Açık görüşlere izin verilmesi ve bunların desteklenmesi halinde çıkar gruplarının kazanmasını gerektiren hiçbir sebep yoktur.
—Adam Smith’in devletin düzenleyici müdahalesine muhalefetine ilişkin modern yorumlarda, onun bu türden düzenlemelere duyduğu düşmanlığın, bunların genellikle zenginlerin çıkarlarına hizmet etmeyi amaçladığı düşüncesinden kaynaklandığını yeterince kabul edilmemiş olabilir. Aslında Smith bu konuda kendisini çok daha açık biçimde ifade ediyordu (s.310):
“Yasama meclisi her ne zaman efendiler ile çalışanları arasındaki farklılığa ilişkin düzenleme yapma girişiminde bulunsa, daima efendilere danışır. Bu nedenle, çalışanlar lehine düzenleme yapıldığı zaman, bu düzenleme her zaman doğru ve adil olur; ancak düzenlemenin efendilerin lehine olduğu bazı durumlarda tam aksi geçerlidir.”
—Yoksun insanlar hayatlarını sürdürmek zorunda oldukları için kendi yoksunluklarını kabullenme eğilimindedirler ve bu nedenle radikal bir değişiklik talep etme cesaretinden de yoksun olabilirler, kendi arzularını ve beklentilerini mütevazi ölçülerde mümkün gördükleri şeye uydurabilirler (s.73).
—Temel eğitim, temel sağlık hizmeti ve güvenli iş gibi toplumsal ve iktisadi etkenler sadece kendi başlarına önemli olmayıp, insanlara dünyaya cesaret ve özgürlükle yaklaşma fırsatının verilmesnde oynayabilecekleri rol bakımından da önemlidir (s.73).
—Smithçi çözümlemede bir toplumda zorunluluk olarak hesaplanan şey, utanç duymadan insan içine çıkma ya da topluluk hayatına katılma imkanı gibi, o toplumun asgari düzeyde gerekli özgürlükleri gerçekleştirme ihtiyacıyla belirlenmektedir. Adam Smith sorunu şöyel ortaya koyar:
Zorunluluğu, sadece hayatın devamı için vazgeçilmez metalar olarak değil, ülke adetlerinin onsuz en alt tabakadi insanların bile itibarsız hale geleceği bir şey olarak anlıyorum. Sözgelimi bir keten gömleğin hayatı sürdürmek için bir zorunluluk olduğu söylenemez. Grekler ve Romalılar, öyle sanıyorum ki, ketensiz de gayet rahat yaşadılar. Ancak günümüzde, Avrupa’nın büyük bir bölümünde itibarlı bir gündelik işçi üzerinde keten gömlek olmadan insan içine çıkmaktan utanacaktır. Keten gömlekten yoksunluğun, aşırı kötü bir durum dışında hiç kimsenin düşemeyeceği rezalet derecesinde bir yoksulluğun göstergesi olduğu farz edilecektir. Adetler, aynı şekilde, deri ayakkabıyı İngiltere’de hayatın bir zorunluluğu haline getirmiştir. Her iki cinsiyetten en itibar yoksunu kişi dahi onsuz insan içine çıkmaktan utanacaktır.
Aynı şekilde günümüz ABD ya da Batı Avrupası’nda bir aile, daha yoksul toplumlarda topluluk hayatı için zorunlu olmayan bazı özgül metalara (telefon, televizyon ya da otomobil gibi) sahip olmaksızın topluluk hayatına katılmakta zorluk çekebilir. Bu çözümlemede sahip olunan metalardan çok metaların ürettiği özgürlüklerin odağa yerleştirilmesi gerekir (s.83).
—İşler iyiye gittiği zaman, demokrasinin koruyucu gücü pek fark edilmeyebilir, ancak tehlike kapıda beklemektedir (s.54).
—[…](Komünist yönetim kurulduğunda büyük bir coşkuyla ülkesine dönen Polonyalı büyük iktisatçı) Michal Kalecki, bir gazetecinin Polonya’nın kapitalizmden sosyalizme geçişiyle ilgili sorusunu yanıtlarken şöyle diyordu (s.120):
“Evet, kapitalizmi başarılı biçimde ortadan kaldırdık; şimdi yapmamız gereken, feodalizmi ortadan kaldırmaktır.”
—Smith’in özellikle sesini yükseltmekten çekinmeyerek karşı çıktığı piyasa kısıtlamaları geniş anlamda “kapitalizm öncesi” [precapitalist] sınırlamalar olarak görülebilir. Bunlar, sözgelimi refah programları ya da sosyal güvenlik ağları için yapılan kamu müdahalesinden farklılaşır (s.126).
—Adam Smith’in sözde izleyicileri onun konuya ilişkin yazılarından, eğitim alanında kamu harcamalarının yetersizliği nedeniyle uğradığı düş kırıklığı dahil, bir şeyler öğrenebilir (s.133):
“Çok küçük bir masrafla kamu, halkın neredeyse tamamının en temel düzeyde eğitim görme ihtiyacını kolaylaştırabilir, teşvik edebilir ve hatta bu ihtiyacı dayatabilir.”
—[…]Bu mantığın devamında…Demokrasi ve siyasal haklar üzerinde odaklanmanın yoksul bir ülkenin “üstesinden gelemeyeceği” bir lüks olduğunu düşünmek zor değildir.
[…] Bu yaklaşım iktisadi ihtiyaçların gücünü görmek ya da siyasi hakların çarpıcı önemini anlamak açısından tamamen hatalı bir yöntemdir. Ele alınması gereken gerçek sorunlar başka yerde yatar ve bunlar siyasi haklar ile iktisadi ihtiyaçların kavranması ve karşılanması arasındaki kapsamlı bağlantıları dikkate almayı gerektirir (s.150).
—Hükümetin halkın çektiği şiddetli acılara gösterdiği tepki hükümete yapılan baskıya bağlıdır ve bu baskı siyasi hakların (oy verme, eleştirme, protesto etme vb.) tanındığı yerlerde gerçek bir farklılık yaratabilir (s.153).
—Bir demokraside insanlar talep ettiklerini elde etme ve daha önemlisi talep etmediklerini almama eğilimi gösterirler (s.158).
1950’Lİ YILLARDA TÜRK EKONOMİSİ ÜZERİNE AMERİKAN KALKINMA REÇETELERİ | SAMİ GÜVEN | 1998

—Tam bağımsızlık denildiği zaman elbette siyasi, mali, iktisadi, askeri, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından mahrumiyet demektir [M. K. Atatürk].
—Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik, sosyalizim nazariyatçılarının ileri sürdüğü fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur: Fertlerin hususi teşebbüslerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin ve geniş bir memleketin bütün ihtiyaçlarını ve birçok yapılamayanları göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almasıdır. Devlet, hususi teşebbüsle yapılmamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, liberalizmden başka bir sistemdir [M. K. Atatürk].
—”(Amerikan yardımı) bir hükümet girişimi olarak, başkalarının çıkarı için bir şey değildir. ABD ne sadaka veren bir kuruluş ve ne de ekonomik yardım Amerikan halkının cömert ruhunun dışarıya çıkmasıdır. Teknik yardım, ABD’nin dış politikasını yürütmek ve ulusal çıkarlarını dışarıda geliştirmek için mevcut araçlardan bir tanesidir.” 1956 yılında Amerikan Senatosu Dış İlişkiler Komisyonun hazırladığı bir rapor]
—”Dış ülkelere özel sermaye akımını teşvik yolunda hükümetimiz elinden geleni yapacaktır. Bu dış politikamızın ciddi ve açık bir amacı olarak, yabancı ülkelerde böyle yatırımlar için elverişli bir ortam yaratılmasının teşvikini gerektirir.” [Başkan Eisenhower, 1953]
MUSTAFA KEMAL’İN UÇAKLARI: TÜRKİYE’NİN UÇAK İMALAT TARİHİ (1923-2012) | İSMAİL YAVUZ | 2013

—Oysa 1923 yılından 1950 yılına kadar ülkemizde kurulan fabrikalarla birlikte 400’e yakın değişik tip ve modelde uçak imal ettiğimizi çok az kişi bilmektedir.
—Yazar Doğan Avcıoğlu, 1968 yılında yazdığı Türkiye’nin Düzeni adlı kitabında 1939 yılından sonra Türkiye’nin bağımsızlıkçı politikalardan vazgeçerek nasıl değiştiğini anlatmaktadır. Prof. Dr. Sami Güven ise 1950’li Yıllarda Türk Ekonomisi Üzerine Amerikan Reçeteleri adlı kitabında konuya şöyle açıklık getirmektedir: “Atatürk döneminde amaç, sanayi ülkesi olmak iken, Marshall yardımı ile amaç Avrupa’nın tarım ülkesi olmaktır.”
CUMHURİYET İKTİSADINDA MAKAS DEĞİŞİMİ | SERDAR ŞAHİNKAYA | 2019

—İstatistiklerimizde görülmüş olacağı gibi ithalatımızın %70’inden fazlası mevadı mamuleye taalluk ediyor (mamul mallara karşılık geliyor). [İktisat Vekili Şakir Kesebir, 22 Nisan 1930 Sanayi Kongresi Açılış Konuşması]
SANAYİLEŞMENİN GİZLİ TARİHİ | HA-JOON CHANG | 2008

—Nissan 1981’de İngiltere’deki fabrikasını kurduğunda, yaratılan katma değerin %60’ının yerel kaynaklara dayandırılması şart koşulmuş ve belirli bir süre içinde bu oranı %80’e yükseltmesi istenmiştir.
—Japon Hükümeti… Toyata’yı 1949’da Japon Merkez Bankası’nın parasıyla iflastan kurtardı… Japon Hükümeti 1960’ların başlarında serbest ticareti savunan iktisatçıları izleseydi Lexus olmayacaktı. En iyi durumda Toyata, Batılı bir otomobil üreticisinin küçük ortağı olacak ya da en kötü durumda, silinip gidecekti.
—Finansal krizden bu yana (1997), ülkenin (Kore’nin) genel gidişi kendi yüksek standartlarına göre pek de iyi değil. Bunun sebebi temelde, ülkenin “serbest piyasa kuralları modeline” gereğinden fazla bir heyecanla sarılmış olmasıdır.
GİRİŞİMCİ DEVLET | MARİANA MAZZUCATO | 2015

—Devlet yalnızca piyasaları “onararak” değil, onları yaratarak ve şekillendirerek de kilit rol oynar… iPhone’u aptal değil akıllı kılan tüm teknolojiler, kullandıkları fonları Devletin kaynak sağladığı temel ve uygulamalı araştırmalara borçludur. Kuşkusuz bu, Steve Jobs’un ve ekibinin Apple’ın başarısında çok büyük bir pay sahibi olmadığı anlamına gelmez, ama bu öykünün “kamu” tarafının görmezden gelinmesi gelecekte başka Apple’ların doğuşunu engelleyecektir.
—Eğer dünyanın geri kalanı ABD modelini taklit etmek istiyorsa, aynen onun yaptığı gibi yapmalı, yaptıklarına dair söylediklerine kulak asmamalıdır: Söz konusu olan, daha küçük değil daha büyük Devlettir. Bu dersin en önemli bölümü, Devlet yatırımlarının nasıl örgütleneceği, yönetileceği ve değerlendirileceğiydi, böylece nasıl stratejik, esnek ve görev odaklı hale getireceğidir. Üstün beyinler ancak bu şekilde Devlet için çalışmaktan “onur” duyarlar.
—Piyasa fanatikleri güneş enerjisi alanında başarısızlıkla sonuçlanan yeni bir girişim olan Solyndra’ya fon sağladığı için ABD devletini eleştiri yağmuruna tutarken, Tesla S’nin de kabaca aynı miktar kamu desteği aldığından hiç bahsetmezler.
—Bürokrasinin özel girişime göre daha az esnek olduğu şeklinde yaygın bir görüş var. Ayrıntılarda bu böyle olabilir, ama büyük ölçekli uyarlamalar yapmak gerektiğinde, merkezi yönetim çok daha esnektir. Bir devlet dairesinden mektubunuza yanıt almak iki ayı alabilir, ama özel girişimlerin elindeki bir sektörün talepteki düşüşe kendini uyarlaması yirmi yılı bulur (Joan Robinson).
—Politika yapıcılar ancak Devletin yenilik sürecindeki rolüne ilişkin masalları geride bıraktıklarında, John Maynard Keynes’in bir başka dönemde ortaya koyduğu gibi, “işlevini yitirmiş bazı ekonomistlerin köleleri” olmaktan kurtulacaklardır.
—Çin Kalkınma Bankası’nın yaptığı yatırımlar güneş enerjisinde sağlanan başarıda kilit rol oynadı. Çin Kalkınma Bankası 2010 sonrasında önde gelen 15 Çin güneş FV (fotovoltaik/photovoltaic-PV) imlatçısına halihazırdaki ve gelecekteki büyüme ihtiyaçlarını finanse etmeleri için 47 milyar dolar aktardı; gerçi firmalar 2011’de yaklaşık 866 milyon dolar kullandılar (Blackwell 2011). Güneş FV imalatçısı firmaların kamu finansmanı sayesinde hızla çoğalması, Çin güneş teknolojisi İmalatçılarının kısa sürede önemli ulusrarası oyuncular arasına girmesini sağladı. Böylece, güneş FV paneli maliyetlerini o kadar hızlı düşürdüler ki, bu krediye erişim imkanının ABD ve Avrupa merkezli güneş enerji şirketlerinin iflas etmelerine yol açtığını iddia edenler oldu.
NEOLİBERAL KÜRESELLEŞME VE KALKINMA | FİKRET ŞENSES | 2009

—Marx’a göre, herhangi bir toplumun hareket alanı, o toplumun kendi artığını (surplus) kullanım şekli tarafından belirlenmiştir. Fakat bu kullanım şekli, o toplumun sınıf yapılanmasıyla – artığın kimlerin payına düştüğü ve bunların artığı kullanma eğilimleriyle- belirlenmiştir. [Prabhat Patnaik, Bir Kalkınma İktisatçısı Olarak Karl Marx, s.15]
—Keynes’in yeni bir kavram olarak ortaya attığı iradi olmayan (gönüllü olmayan) işsizliğin ima ettiği şey, kaynakların boşa harcanmasıydı: Kadın ve erkeklerin zorunlu olarak işsiz bırakılmaları yüzünden bugün üretmemiş oldukları şeyler hiçbir surette üretilmeyecekti. O halde, devlet müdahalesi yoluyla gönüllü olmayan işsizliği ortadan kaldırmak; kaynak israfına engel olmak ve kaynakların potansiyel üretimlerini gerçekleştirmelerinin yolunu açmak anlamı taşıyordu.[John Toye, Keynes’in Kalkınma İktisadı İçin Önemi, s.32]
—İngiltere, asırlar boyunca korumacılığa dayanmıştır; hatta korumacılığı en uç noktaya kadar götürüp bundan tatmin edici sonuçlar elde etmiştir. Hiç kuşkusuz, İngiltere bugünkü gücünü bu sisteme borçludur. İki yüzyıl sonra, İngiltere serbest ticareti kendi işine geldiği için benimsemiştir çünkü korumacılığın artık ona getirebileceği fazla bir şey kalmadığını düşünmektedir. Pekala, o zaman, beyler, ülkem hakkındaki bilgilerim beni 200 yıl içinde Amerika’nın da korumacılıktan elde edebileceği şeyleri elde ettikten sonra serbest ticarete geçeceğine inandırmaktadır.(Ulysses S. Grant, Birleşik Devlet Başkanı 1868-1876, Frank, 1967: 164’ten alınmıştır.) [Ha-Joon Chang, Merdiveni Tekmelemek: Tarihi Bir Perspektif İçinde “İyi Politikalar” ve “İyi Kurumlar”, s.99]
—Serbest piyasa ve serbest ticarete dayalı olarak kalkındığına işaret eden popüler mitin aksine, Britanya bebek endüstrileri destekleyen ve geliştiren eylemci (aktivist) politikaların girişken ve atılgan bir uygulayıcısı, hatta bazı alanlarda da öncüsü olmuştur. [Ha-Joon Chang, Merdiveni Tekmelemek: Tarihi Bir Perspektif İçinde “İyi Politikalar” ve “İyi Kurumlar”, s.95]
Bizim anlamamız gereken, Neden Güney Kore’de siyasetçilerin en küçük kriz işaretinde, rotayı değiştirmeye hazır olduğu halde, Brezilya’dakilerin sorunla ilgilenmeye başlamadan önce ülkeyi defalarca hiperenflasyonun eşiğine getirmiş olmasıdır. [Doni Rodrik, İktisat Politikaları Reformlarını Anlamak, s.208]
KALKINMA REÇETELERİNİN GERÇEK YÜZÜ | HA-JOON CHANG | 2002

—ABD ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sanayi alanındaki üstünlüğü kesinleştiğinde, ticareti serbestleştirdi ve serbest ticaretin en ateşli savunucusu haline geldi. Ancak ABD, ticareti, Britanya’nın serbest ticaret dönemindeki (1860’dan 1932’ye) kadar serbestleştirmemiştir. Hiçbir zaman Birleşik Krallık gibi sıfır tarife rejimi uygulamamıştır ve “gizli” korumacı önlemler konusunda çok daha saldırgan davranmıştır.
TEMEL GELİR | GUY STANDİNG | 2017

—Temel gelir fikri, yani toplumda yaşayan herkese bir hak olarak düzenli bir gelir sağlama düşüncesi, en azından Thomas More’un Ütopya’yı yazdığı 1516 yılından bu yana birçok düşünürün zihnini kurcaladı. Bazılarının bu arsız teklif karşısında tüyleri diken diken oldu, kimileri hayal ürünü diye nitelendirdikleri bu tasarıya gülüp geçti, uygarlığı tehdit eden bu tek dişi kalmış canavarı alay konusu etti. Bazıları bu ihtimali, zihinlerinin “hoş rüyalar” kompartımanına hapsetti, kimisi böyle bir umudun peşinde koşmaktan usandı. Sonuçta temel gelir fikrinin doğurduğu duygular ve tepkiler kümesi şaşırtıcı derecede geniş çaplı oldu.
—Marx’ında 1844’te ifade ettiği gibi, “İşçinin her lüksü kınanacak bir şey, en temel gereksinimleri aşan her şey de lüks olarak görülüyor.”
TADINDA EKONOMİ: AÇ BİR EKONOMİSTİN GÖZÜNDEN DÜNYA | HA-JOON CHANG | 2022

—Akılda tutulması gereken kritik nokta, iktisadın bir bilim olmadığıdır; mükemmel kanıtlanabilir cevaplar yoktur. Her durumda işe yarayan tek bir ekonomik çözüm veya model yoktur; doğrusu ekonomik ihtiyacı seçmek, ekonominin içinde bulunduğu duruma ve karşı karşıya olduğu koşullara bağlıdır.
—Tarih, sürdürülebilir yüksek yaşam standartlarının ancak sanayileşme yoluyla, yeniliğin ve teknolojik gücün ana kaynağı olan imalat sektörünün geliştirilmesi yoluyla elde edilebileceğini göstermektedir.
EKONOMİ | ARİSTOTELES

—Toplum dediğimizde kastettiğimiz şey, insanların uygar bir yaşam sürebilmek için gerekli ev, toprak ve mülkiyete sahip olmalarıdır. Söylediğimiz şey şöyle de ispatlanabilir: Böylesine bir hayatın yaşanması artık daha mümkün olmadığında aralarındaki birlik de ortadan kalkar. [s.23]
—Bazı sanatlar ik ayrı dala ayrılmaktadır…Bir nesnenin yapılması sanatı, ikincisi ise yapılan nesnenin kullanılması sanatıdır. [s.23]
—Ekonomik açıdan sahip olduğumuzn şeylerin en iyileri ve değerlileri arasında ilk başta en gerekli olanı insanlardır. Bu nedenle insanın öncelikli olarak iyi kölelere sahip olması gerekir.
[…]Köleleri ücretleri verilmeden kontrol altında tutamazsınız, ücretleri ise yemektir.[s.27]
—Ephesos halkı paraya sıkıştığı zaman bir kanun çıkararak kadınların altın takmalarını yasakladı ve ellerindeki altını devlete borç vermelerini istedi. [s.42]
—…Bir seferinde Vatandaşlardan geri ödeme koşuluyla borç almıştı. Borç verenler paralarını geri istedikleri zaman herkesin elindeki tüm gümüşü kendisine getirmesini, aksi takdirde ölüm cezası alacaklarını bildirdi. Para topladıktan sonra her drakhmeyi iki drakhme olacak şekilde yeniden bastı, yarısıyla ilk borcunu diğer yarısıyla yeni aldığı borcu ödedi. [s.45]
KEYNES’E DÖNÜŞ – TORUNLARIMIZIN EKONOMİK OLANAKLARI | L. PECCHHI – G. PIGA | 2005

—Göreli olarak bakıldığında, çoğumuz, hatta çok zengin olanlar bile, geçmişte olduklarından daha yoksuldurlar. Belki de tasarruf oranımızın (ABD) düşmesi de buradan kaynaklanıyor.
—Şayet toplumun ortanca gelir sahibi olsaydınız, aşağıdaki iki dünyadan hangisini seçerdiniz?
A: Emeklilik çağınızda rahat bir yaşam standardı tutturacak kadar tasarruf yapıyorsunuz, ama çocuklarınız, öğrencilerinin, okuma ve matematik konularındaki standart testlerde yirminci yüzdelik dilimi düzeyinde başarı gösterdiği bir okulda okuyor;
B: Emeklilik çağınızda rahat bir yaşam standardı tutturamayacak kadar az tasarruf yapıyorsunuz, ama çocuklarınız, öğrencilerinin, bu testlerde ellinci yüzdelik dilimi düzeyinde başarı gösterdiği bir okulda okuyorlar.
…bu düşünce deneyi çoğu orta gelirli ailenin karşısına çıkan tasarruflarına ilişkin kararların hayati bir unsurunu ortaya koyar.
MUKADDİME | İBN HALDUN

—Vatandaşlar ile hükümdarları arasındaki para dolaşımına dikkat edilmesi gerekir, çünkü para onların elinden ona, sonra onun elinden onlara geçer. Hükümdar parayı kendisine saklarsa, tebaası parasız kalır.
—Devletin faaliyetleri yavaşlarsa veya giderleri azalırsa, diğer piyasalar da buna benzer durgunluktan veya daha vahim durumlardan haydi haydi etkilenir.
—43. Maaş ve Ödeneklerin Azaltılması, Vergi Gelirlerini Azaltır
İşte sebebi: Devlet ve iktidar, dünyadaki en büyük pazarı oluşturur ve bu pazar umranın da malzemesi durumundadır… Onların harcamaları piyasa faaliyetlerinin en büyük bölümüne canlılık kazandırır. Bu kesimin imkanları kısıtlanırsa, sermaye kıtlığı yüzünden ticaret zayıflar ve kazançlar düşer. Sonuçta, vergi gelirlerinde büyük bir azalma olur. Çünkü vergiler de, diğer gelirler gibi, tarımsal faaliyetlere, ticari işlemlere, işlerin sorunsuz yürütülmesine, kazanç ve kar arayışına bağlıdır.
UTOPIA | THOMAS MORE

—… Oysa nedir suçları bu insanların? Çalışmaya can attıkları halde, kendilerine iş verecek kimseyi bulamamak.
TEMBELLİK HAKKI | PAUL LAFARGUE

—1860’ta… Alsace’ın en büyük Sanayicilerinden biri olan Guebwillerli Bay Bourcart şu açıklamayı yaptı:
On iki saatlik iş günü aşırıdır; on bir saate indirilmeli, cumartesi günleri saat iki de işe son verilmelidir. İlk bakışta masraflı gözükse de, bu önlemin alınmasını tavsiye ediyorum; biz bunu sanayi kuruluşlarımızda dört yıldır deniyoruz ve gayet memnunuz, ortalama üretim azalacağına arttı.
—Bay F. Passy makineler hakkındaki çalışmasında, Belçikalı büyük sanayici Bay Ottevaere’nin şu mektubunu alıntılıyor:
Bizim makineler, İngiliz iplik fabrikalarındakiyle aynı olsalar bile üretmeleri gerektiği kadar üretmiyorlar; hem de İngiltere’deki iplik fabrikaları günde iki saat daha az çalışmasına rağmen… Hepimiz fazladan iki koca saat çalışıyoruz: On üç değil on bir saat çalışsak aynı üretimi elde edeceğimize, dolayısıyla üretim maliyetini aşağı çekeceğimize eminim.
PARA VE DEVLET: ANA AKIM İKTİSADIN ELEŞTİRİSİ | ROBERT SKIDELSKY | 2018

—Para politikalarının kadim sorusu kimin çıkarlarının korunacağıdır. Borç verenlerin mi borç alanların mı? Alacaklıların mı Borçluların mı? Alacaklılar her şeyden önce paranın işlemler arasında değerini korumasını talep ediyordu. Öte yandan borçlular da işlerini sürdürmelerini sağlamaya yetecek parayı istiyordu ve devletin, bankanın ya da tefecinin bunu üretmesini bekliyordu. Bu gereksinimler birbirleriyle örtüşmekten çok uzaktır. Alacaklılar doğal özcülerdir; ana para ve faizin tam ağırlıkta madeni parayla geri ödenmesini isterler. Borçlular doğal itibari ile değercilerdir; yapabilirlerse borç aldıklarından daha azını ödemek isterler.
—Keynes kendi dönemindeki işsizliğin en önemli ilacının yatırım oranını azaltmak değil, yükseltmek olduğunu düşündü. Bunun için kamu yatırımlarına ek olarak uzun vadeli faiz oranının daimi biçimde düşük tutulması gerekiyordu; bu ilaçla “rantiyenin ölümü ve böylece kapitalistin sermayenin kıtlık değerini sömürme gücünün ölümü” gerçekleşecekti. Zira “bugün faiz hiçbir hakiki fedakarlığı ödüllendirmiyor, bu açıdan durumu toprak rantından farksızdır.”
—İşin aslı, her tür para politikası kredi koşullarına bağlı olarak her zaman kazananlar ve kaybedenler yaratacaktır. Modern çözüm (para politikasını “bağımsız” bir merkez bankasına emanet etmek) parayı “nötr” kılmaz, çünkü para politikası bölüşüm üzerinde muhakkak etki doğurur.
—Gerçekte bütçe açığı şahinlerinin sahiden önemsediği tek açık türü, yoksulları korumaktan doğan açıklardır. Zenginler, bütçe açığını artırsa dahi, kendileri için yapılan vergi indirimlerine hiçbir zaman karşı çıkmamıştır ve onların iktisatçı dostları da devletler bu yoldan ilerlerse ekonomi için ne kadar harika çarpanların var olduğunu göstermekle iştigal edegelmiştir. Açığı yoksullar için kapatmak ve zenginler için artırmak; devletin maliye politikasından daha ne istenebilir?
YİRMİ BİRİNCİ YÜZYILDA KAPİTAL | THOMAS PIKETTY | 2013

—Sermayenin getiri oranı, üretim ve gelirin büyüme oranını aştığında -ki 19. yüzyılda durum buydu ve 21. yüzyılda da gerçekleşme olasılığı oldukça yüksektir- kapitalizm demokratik toplumların dayandığı meritokratik değerleri derinden sarsan, rastgele ve sürdürülemez eşitsizlikleri otomatik olarak üretmeye başlar.
-19. yüzyılın ekonomistleri takdiri şu sebeple fazlasıyla hak ediyorlar: Onlar, paylaşım sorununu ekonomik analizinin merkezine yerleştirmiş ve uzun vadedeki eğilimleri incelemeye çalışmışlardı. Yanıtları belki her zaman tatmin edici değildi, ama en azından doğru soruları soruyorlardı.
—Günümüzde birçok gözlemci… mülkiyet haklarının tam anlamıyla garanti altına alınmasının, piyasaların daha da serbest hale gelmesinin, “saf ve tam” bir rekabetin adil, müreffeh ve uyum içindeki bir topluma ulaşmak için yeterli olacağını hayal etmeyi sürdürmektedir. Ancak, yapılması gereken ne yazık ki bu kadar basit değildir.
—Sermaye-emek arasındaki bölüşümün bu kadar çatışmaya yol açması, öncelikle sermaye mülkiyetinin aşırı yoğunlaşmasından ileri gelmektedir. Tüm ülkelerde, servet eşitsizlikleri -ve bunun yol açtığı sermaye gelirlerindeki eşitsizlikler- aslında, ücretlerdeki ve emeğin gelirindeki eşitsizliklerden daha büyüktür.
—[…] Enflasyon aylak zenginlerden ya da yatırıma dönüştürülmemiş servetlerden alınan bir vergi gibidir. […] İnsanın bu enflasyon vergisinden kaçınabilmesi için sermayesini gayrimenkule ya da menkul kıymetlere yatırması yeterli olacaktır.
—Enflasyon aslında sermaye getirisini azaltmaz, ancak onun yeniden dağıtılmasına sebep olur.
—Sermayenin bugün taşıdığı genel önemin, 18. yüzyıldakinden çok farklı olmadığını biliyoruz. Değişen yalnızca sermayenin biçimidir: Sermaye eskiden toprak biçimindeydi, bugün ise endüstriyel sermaye, finansal sermaye ve gayrimenkul biçimini almıştır.
—Roosvelt iktidara geldiğinde yıl 1933’tü, kriz üç yıldır devam ediyordu ve nüfusun dörtte biri işsizdi. 1920’lerin sonunda ve elbette Hoover’ın feci başkanlığı sırasında %25’e indirilen en yüksek gelir vergisi oranında derhal ciddi artış yapmaya karar verdi. Oran 1933’te %63’e, 1937’de ise %79’a yükselerek 1919 yılındakinden sonra yeni bir rekor kırdı.
EKONOMİ FELSEFESİ | JOAN ROBİNSON | 1962

—Günümüzde Meade gibi vicdanlı bir yazar, serbest piyasanın esaslarını ortaya koymadan önce “Para ve fiyat sisteminin hakkaniyetle çalışması için, gelir ve mülkün adil dağılımını sağlamak gerekir.” diyecek ve eşitsizliğin, sistemi sadece adaletsiz değil, aynı zamanda verimsiz hale getirdiğini, bu nedenle onu korumayı istemenin ön koşulunun “hoş görülebilir düzeyde adil bir gelir ve mülk dağılımını sağlamak için radikal önlemler almak” olduğunu belirtecek kadar dikkatlidir.
PARANIN İCADI: FİNANS İTALYANCA KONUŞURKEN | ALESSANDRO MARZO MAGNO | 2013

—Ortaçağ devletlerinin yapısı, modern çağ aygıtlarının çocukları bizlerin alışık olduğu devlet yapısına benzemez: Pek çok kamusal faaliyet özel kişilere devredilmiştir (bu noktada günümüzdeki eğilimin yeni bir şey mi yoksa bizi Ortaçağ’a geri götüren bir gelişme mi olduğunun aydınlatılması ilginç olacaktır).
—Kredi, modern kapitalizmin üzerinde yükseldiği temeli teşkil eder ve kişiyi zora başvurmaksızın kendi çıkarları için çalıştırma kapasitesine sahip muazzam bir araçtır.
SERBEST TİCARET SORUNU ÜZERİNE | KARL MARX – FRIEDRICH ENGELS | 1888

—Örneğin, bizlere serbest ticaretin uluslararası bir iş bölümü yaratacağı ve böylece her ülkeye kendi doğal üstünlüğüyle uyumlu olan üretimin verileceği söylendi. Belki de sizler, baylar, kahve ve şeker üretiminin Batı Hint Adaları’nın olağan kaderi olduğuna inanıyorsunuz. İki yüzyıl önce, ticaret konusunda bir derdi olmayan doğa, oraya ne şeker kamışı ne de kahve ağaçları dikmişti.
—Koruma olsa olsa bitmek bilmez bir ilişkidir ve onunla ne zaman işiniz bittiğini asla anlayamazsınız. Bir sanayiyi korurken, doğrudan ya da dolaylı olarak tüm diğerlerine zarar verirsiniz ve böylece onları da korumak zorunda kalırsınız. Bunu yaparken de yine başta koruduğunuz sanayiye zarar verirsiniz ve telafi etmek zorunda kalırsınız; ancak bu telafi durumu, daha önceki gibi, tüm diğer ticaretlerde karşı etkide bulunur…
KEYNES HAYEK: MODERN EKONOMİYİ TANIMLAYAN ÇATIŞMA | NICHOLAS WAPSHOTT | 2011

—Ona (Keynes) göre, Hazine’nin artan devlet harcamalarına itirazı öngörüden uzaktı. “Kısır bir döngünün içine giriyoruz. Paramız olmadığı için hiçbir şey yapmıyoruz. Ama tam da hiçbir şey yapmadığımız için paramız yok.”
—Keynes insanların kendi kaderlerini tayin ettiklerine inanırken, Hayek biraz tereddütle de olsa, insanların diğer tüm doğal yasalarda olduğu gibi, ekonominin doğal yasalarına göre yaşamak zorunda olduklarını düşünüyordu.
—Keynes, Marksistler ve bazı sosyalistlerin aksine, devleti özel teşebbüslerin yerine koymayı savunmadığını netleştirmek için çok çaba sarf etmekteydi. Şöyle yazıyordu: “Devlet için önemli olan bireylerin halihazırda yaptıkları şeyleri yapmamak, bunları daha iyi veya daha kötü yapmak değil, o an kimse tarafından yapılmayan şeyleri yapmaktır.”
—Hayek sadece kendi başına iktisat kuramıyla meşgul olup, politikaya karşı özellikle koyduğu mesafeyi korurken, Keynes başkalarının yaşamını iyileştirme aracı olarak, iktisadın hayata geçirilmesiyle ilgileniyordu.
21. YÜZYIL PARA POLİTİKALARI: BÜYÜK ENFLASYONİST 70’LERDEN COVID-19’A ABD MERKEZ BANKASI | BEN S. BERNANKE

—QE’nin sorunu uygulamada çalışması ama teoride çalışmamasıydı.[s.295]
—Japonlar, para arzı ve fiyatlar arasında doğrudan bir ilişki olduğunu varsayan aşırı basit ve hatalı bir para doktrinine bel bağlıyordu.
—[…] Para politikaları dobra bir araçtır: Faiz oranlarındaki değişiklikler tüm ekonomiyi etkiler ve bir avuç piyasayı ve birkaç aşırı ısınan sektörü hedefleyemez.
—[…] Tek başına para politikalarının bir çöküşe neden olmadan ve ekonomiye zarar vermeden herhangi bir patlamayı veya balonu başarılı bir şekilde yönetebileceğine yönelik çok az vaka var.
—QE (parasal genişlemenin)’nin ne olduğunu ve nasıl çalıştığını ele alırken ne olmadığını da tartışmak gerekir. Parasal genişleme, hükümet harcamasıyla aynı değildir çünkü merkez bankası ürün ve hizmetler değil faiz içeren finansal varlıklar satın alır. Fed başkanlığı dönemimde gazeteciler ekonomiyi desteklemek için için kullanılan parasal ve mali programların “maliyetlerini” belirlemek için QE satın alımları ile hükümet harcamalarını topladığında öfkeleniyordum. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Parasal genişleme hane halklarının market alışverişleri veya araba tamiriyle aynı değildir, daha ziyade hane halklarının tasarruflarını artıran hükümet tahvili satın alması gibidir. Daha önce de belirttiğim gibi, aynı sebeple QE “para basmakla” aynı değildir. İnsanların sahip olmak istediği nakit miktarıyla belirlenen sirkülasyondaki para üzerinde hiçbir doğrudan etkisi yoktur. Ayrıca büyümeleri banka ve hane halklarının davranışı da dahil birçok faktöre dayanan para arzının kapsamlı ölçülerini de artırmaz. Örneğin para arzının M2 ölçümü (vadesiz hesaplar, mevduat hesapları ve para piyasası fonlarındaki toplam bakiye ve para miktarını içerir) Fed’in kriz sonrası QE programları sırasında yalnızca ılımlı bir büyüme gördü ancak aynı ölçüm, insanların hükümet programlarından aldıkları ödenekleri banka hesaplarına aktardığı 2020’de hızla yükseldi.
—[…] Varlık balonları, sağlıksız kredi patlamaları ve diğer finansal riskler kesin bir şekilde gerçek zamanlı olarak belirlenemez, […] ancak ortaya çıkan yeni bulgular bazı durumlarda ve birçok istatistiksel uyarılarla, belirli bir dönemde bir risk olasılığının yüksek veya düşük olup olmadığını tahmin edebileceğimizi gösteriyor.
—İsveç Merkez Bankası RiksBank, 2010’da artan konut fiyatları ve hane halkı borcuna ilişkin endişelerle yüksek işsizlik ve düşük enflasyon oranlarına rağmen faiz artışına gitti. Ancak bu rüzgara karşı direnme girişimi, karşılığında ekonominin yavaşlamasıyla yerle bir oldu. Riksbank geri adım attı; faizleri negatif bölgeye çekti ve parasal genişleme uyguladı.
KEMER SIKMAK: TEHLİKELİ BİR FİKRİN TARİHİ | MARK BLYTH | 2015

—Yatırım yapmayı, birikimlerden ziyade işçilere ödenen maaşlar sağlar aslında. Günümüzde buna talep yönlü iktisat diyoruz.
—Enflasyon dönemlerine ilişkin sıra dışı unsurlardan biri, gelir dağılımında oldukça üst seviyelerde olan insanların da fakirlerle birlikte toplu halde dayanışma içinde olduğu hemen hemen tek dönem olmalarıdır. Enflasyon ne zaman başını çıkaracak olsa, bunun “genellikle fakirlere zararlı” olduğunu duyarız, çünkü gelirleri azdır ve fiyat yükselişlerinden daha çok etkilenirler. Bu, hikayenin en fazla yarısı olabilir çünkü enflasyon belki de sınıfa özel vergi olarak düşünülürse daha iyi olur.
—Genelde unuttuğumuz bir şey var: Birinin para biriktirebilmesi için diğerinin harcaması gerekir. Yoksa para biriktirmeye çalışan kişinin biriktirecek bir geliri olmaz. Borcun sadece birinin ödeme yükümlülüğü değil, bir başkasının da varlığı ve gelir kaynağı olduğunu unutmamalıyız.
—Keynes’in belirttiği gibi “İktisadi faaliyetlerin tek hedefi ve amacı -gerçeği tekrarlarsak- tüketimdir.” Yatırım ve yatırım beklentileri tüketimi değil, tüketim, fiyatlara olan etkisiyle yatırımı ve yatırım beklentilerini oluşturur. Güven büyümenin sebebi değil, bir etkisidir. Ama eğer bu doğruysa, sadece Smith’in dünyası tepetaklak olmakla kalmaz, bir his, ahlak ve politika olarak kemer sıkma da onunla birlikte tepetaklak olur.
KİBİR: EKONOMİK KRİZİN NEDENLERİ VE BİR SONRAKİ KRİZDEN KAÇINMA YOLLARI | MEGHNAD DESAİ | 2015

—Ekonomide daimi kanunlar yoktur. Sadece tarihsel olarak tesadüfi hakikatler vardır.
HATA NEREDEYDİ? DOĞRUNUN 300 YILDIR CEVABINI ARADIĞI SORU| BERNARD LEWIS | 2001

—Ancak ders açıktı ve Türkler öğrenmeye çalışıp uygulamaya koymalıydı.
EŞİTSİZLİK NE YAPILABİLİR | ANTHONY B. ATKINSON | 2015

—Yıllık servet vergisinin otuz yıl önceye göre tercih sebebi olmasının nedenleri arasında çok daha yüksek gelir eşitsizliği ve kişisel servetin Gayri Safi Yurtiçi Hasılaya oranındaki artış bulunmaktadır.
—Ehsan Khoman ve Martin Weale’ye göre “şu çok açık ki hanehalklarının gerçekleştirdiği tasarruf hanehalkı servet birikiminde çok az rol oynamıştır.”
—Devletin eğitim ve sağlık bakımı gibi hizmetleri herkes için ücretsiz sağladığı ve barınma ve ulaşımın desteklerinin olduğu yerlerde parasal gelir eşitsizliği daha az endişe kaynağıdır.
—Pew Araştırma Merkezi’nin Küresel Davranışlar Projesi katılımcılara 2014 yılında “Dünyadaki en büyük tehlike nedir?” sorusunu yönelttiğinde, Birleşik Devletler ve Avrupa’nın “eşitsizlik” hakkındaki kaygıların diğer tüm tehlikelerin önüne geçtiğini belirttiği görülmüştür.
—Firmaların tam rekabetçi olduğu varsayımı zararsız bir basitleştirme değildir; bu çıkış noktasından yüksek oranda sapmaya neden olabilir. Polonyalı iktisatçı Michael Kalecki tarafından gözlemlendiği gibi “tam rekabet -kullanışlı bir model olan kendi gerçek doğasında olduğu zaman unutulur- tehlikeli bir mite dönüşür.”
Kalecki, “tam rekabet piyasası şartlarında ücretlerin payının ücret oranı değiştiğinde kesinlikle değişmeyeceğini” öne sürer. “Ancak, oligopolcü piyasa yapısı, kapasiteyi aşar ve fiyatlarda yükselme başarılı bir ücret pazarlığının gerekçesidir…”
Kalecki’nin orjinal analizinin ötesine gidildiğinde ve tekelci rekabet firmalarının işgücü piyasasında pazarlık davranışlarını bugünün anlayışıyla birleştirilince, çalışanların çok daha güçlü olmasının aslında firmaların kendi ürünlerini fiyatlamada piyasa güçlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanma ölçülerinde azalmaya yol açtığını görebiliriz.
BORÇ: İLK 5.000 YIL | DAVID GRAEBER | 2011

—Büyük klasikçi, Moses Finley’in söylemekten hoşlandığı gibi, antik dünyada bütün devrimci hareketlerin tek programı vardı: “borçlar silinsin ve toprak yeniden dağıtılsın.” [s.15]
—Piyasanın gerçek hikayesi, bize öğretilene benzemez. Gözlemleyebildiğimiz en eski piyasalar, aşağı yukarı yan ürünlerdir, antik Mezopotamya’nın ayrıntılı idari sistemlerinin yan etkileridir. Esas olarak kredi esasında işlemişlerdir. Nakit piyasası savaşla ortaya çıkmıştır: aslında ordunun ihtiyaçlarını temin etmek için tasarlanan, daha sonra türlü çeşitli başka şeyler için de kullanışlı hale gelen vergi ve haraç politikaları vasıtasıyla.
—Yüksek faizin çöküşünü takiben, ABD hükümeti gerçekte kimin hiç yoktan para yaratması gerektiğine karar vermek zorunda kaldı: finansçılar mı yoksa sıradan vatandaşlar mı? Sonuç tahmin edilebilirdi.
—Zor ve karmaşık her soru için, son derece basit ve dosdoğru, ancak yanlış bir cevap vardır (H. L. Mencken).
—Ortaçağ İslamiyeti’nde gördüğümüz gibi, gerçek serbest piyasa şartlarında -devletin ciddi bir biçimde piyasayı düzenlemeye girişmediği, hatta ticari kontratların uygulanmasına karışmadığı durumda- saf rekabetçi piyasalar gelişmiyor ve faizli kredilerin tahsil edilmesi fiilen imkansız hale geliyordu. Devletten bu kadar uzakta duran bir ekonomik sistemi yaratabilmeleri, sadece İslamiyeti’in faizi yasaklaması sayesinde olmuştur.
—Devletsiz toplumlar pazardan da yoksun olmaya eğilimlidir.
—Finansal kurumların, kaynaklarını karlı yatırımlara yöneltmesi bekleniyor. Bir bankaya parasını faiziyle birlikte geri alma garantisi verilirse, ne yaparsa yapsın, sistem çalışmaz. [s. 9]
—Bütün modern ulus-devletler açık bütçe harcamalarına dayanarak inşa edilmiştir. [s.11]
—Şu bir geçek ki tarih boyunca belli türden borçlar ve belli türden borçlular, her zaman diğerlerinden farklı muamele görmüştür. [s.13]
—[…] İlk öğreneceğimiz şey sanal paranın hiç de yeni olmadığıdır. Gerçekte paranın asıl şekli budur. Kredi sistemleri, çetele, hatta gider hesapları, nakit paradan çok önce vardı. Bunlar medeniyetin kendisi kadar eskidir…Tarihsel olarak önce kredi-para gelir; günümüzde tanık olduğumuz şey, ortaçağda hatta antik Mezopotamya’da açıkça akla uygun kabul edilen varsayımlarım geri dönüşüdür. [s24-25]
—Tarih bize…Geçmişte, sanal kredi-para çağlarında, işlerin çığırından çıkmasını önlemek için -borç verenlerin, bugün de yaptıkları gibi, herkesi sıkıp suyunu çıkarmak üzere, bürokratlar ve siyasetçilerle işbirliği yapmasını önlemek için- tasarlanmış kurumlar mutlaka vardı. Bunların yanında yanı sıra, borçluları korumak için tasarlanmış kuruluşlar vardı. İçinde bulunduğumuz yeni borç çağı tam ters yönde başlamış gibi görünüyor. Bu IMF gibi, borçluları değil alacaklıları korumak üzere tasarlanmış global kurumların oluşturulmasıyla başladı. [s.25]
—Genel kabul gören bakış açısına göre, devlet ve piyasa, taban tabana zıt prensipler olarak diğer her şeyin üstündedir. Oysa tarihsel gerçekliğin ortaya koyduğu, bunların birlikte doğdukları ve her zaman iç içe olduklarıdır. [s.25]
—Borç ile yükümlülük arasındaki fark, borcun tam olarak nicelleştirilebilmesidir. Bu parayı gerektirir.
Mesele sadece borcu yaratanın para olmasından ibaret değildir; para ve borç kesinlikle aynı anda sahneye çıkmıştır.
[…] Dolayısıyla borcun tarihi, kaçınılmaz olarak paranın tarihidir – borcun insan toplumunda oynadığı rolü anlamanın en kolay yolu da, paranın yüzyıllar boyunca hangi biçimlere büründüğünü, paranın kullanılma biçimini ve kaçınılmaz olarak, bütün bunların ne anlama geldiğine ilişkin tartışmaları kavramaktan ibarettir. Bu bizim bildiğimizden çok farklı bir para tarihidir. Örneğin ekonomistler paranın kökenlerinden bahsettiği zaman, borç hep sonradan akla gelir. Önce takas gelir, sonra para; kredi ise ancak daha sonra ortaya çıkar. [s.27]
—Bugüne kadar hiçbiri, dünyanın hiçbir yerinde, komşular arasında, “şu ineğe karşılık yirmi tavuk veririm” şeklinde bir ekonomik alışveriş modeline rastlamadı.
Cambridge’den Coroline Humprey, takasla ilgili bilimsel antropoloji çalışmasında şu sonuçları tam bir kesinlikle belirtiyor: “Paranın takastan sonra ortaya çıkmasını bir yana bırakın, takas ekonomisinin saf ve basit bir hiçbir zaman tasvir edilememiştir; mevcut etnografya çalışmasının tümü, böyle bir şeyin hiç var olmadığını gösteriyor.”
[…] Bütün bunlar, takasın hiç var olmadığı anlamına gelmez, Smith’in “barbarlar” diye adlandırdığı türde insanların böyle bir şeyi kesinlikle uygulamadığı anlamına da gelmez. Yalnız, Smith’in hayal ettiği gibi, aynı köyün insanları arasında asla uygulanmadığını gösterir. Genellikle yabancılar, hatta düşmanlar arasında yapılır. [s.35-36]
—Önemli örnekler, insanların doğaçlama ile kredi sistemini kurduklarını gösteriyor, gerçek para -altın ve gümüş paralar- az bulunyordu. [s.45]
—“Ticaretle ilgili popüler safsatalardan biri, modern zamanlarda kredi adı verilen bir tasarruf aracı icat edildiği, ondan önce bütün alışverişlerde nakit para, başka bir deyişle madeni para kullanıldığıdır. Dikkatli bir araştırma, kesinlikle tam tersinin doğru olduğunu ortaya koyar. Eski günlerde paranın ticarette oynadığı rol, bugüne göre çok daha küçüktü. Hatta paranın miktarı o kadar azdı ki ufak tefek ödemelerde çeşitli madeni paralar kullanan (ortaçağ İngiltere’sinin) kraliyet ailesi ve hanedanının ihtiyaçlarına bile zor yetiyordu. Krallar, yeniden para basmak ve piyasaya sürmek için parayı piyasadan çekmekten çekinmezlerdi, ticaret ise her zamanki gibi devam ederdi [Mitchel-Ines].” [s.46-47]
—Aslında, standart para tarihi anlatımız, kesinlikle tam tersi bir yol izledi. Takasla başladığımız, parayı keşfettiğimiz ve sonunda kredi sistemlerini geliştirdiğimiz doğru değil. Tam tersi olmuş. Önce sanal paranın var olduğunu biliyoruz. Madeni para çok sonra ortaya çıktı, eşit bir biçimde de yaygınlaşmadı, asla tamamen kredi sisteminin yerini tutmadı. Takasa gelince, genel olarak, sanki madeni para veya kağıt para kullanımının rastlantısal bir yan ürünü gibi olmuş: tarihsel olarak genellikle nakit alışverişe alışkın insanlar arasında, herhangi bir nedenle ellerinde para olmadığında yapılan bir şey.
Tuhaftır bu hiç yapılmadı. Bu yeni tarih hiç yazılmadı. Bir ekonomist çıkıp da Mitchel-Innes’i çürütmedi. Yokmuş gibi davrandılar…Paranın tarihi diye madeni paranın tarihini yazıyorlar… [s.47]
KALKINMA YENİDEN ALTERNATİF İKTİSAT POLİTİKALARI EL KİTABI | HA-JOON CHANG – ILENA GRABEL | 2004

—Bugünün sanayileşmiş ülkeleri serbest dış ticaretle ve serbest finans hareketleriyle zenginleşmedi.
Gelişmekte olan ülke gerçeği: Başarıyla sonuçlanan stratejilerin çoğunda iyi tasarlanmış müdahaleci programlar uygulanmıştır.
KAPİTALİZM REKABET, ÇATIŞMA, BUNALIMLAR | ANWAR SHAIKH

—Çevrilebilir paralar, onları çıkaran merkez bankalarının altın ya da gümüş karşılığına duyulan güvenden destek alırdı. Çağdaş karşılıksız para ise bu desteği onu çıkaran ulusa duyulan güvenden alır. Bu güvenin tam dayanağı nedir? Hükümetin dürüstlüğü değil, onun önderlerinin nutukları hiç değil, daha çok ekonominin fiili başarımı.
—Fiyatlama aracı işlevi gören paranın, dolaşım aracı işlevi yapan paradan farklı olduğuna dikkat edilmelidir. Her gezgin bilir ki, bir halı için pazarlık Türk Lirası ile, ödeme avro ile yapılabilir.
PARA VE AKDENİZ UYGARLIĞI | CARLO M. CIPOLLA

—Mülk kiraları normal olarak 15. yüzyıl Lombardiyası’nda %6 oranında faizle toplanırdı ama bunu biraz altında veya üstünde rakamlara da rastlanır. 15. yüzyılda Fransa’nın Toulouse bölgesinde geçerli faiz %10’du.
İSTİKRARSIZ BİR EKONOMİNİN İSTİKRARI | HYMAN P. MINSKY

—Tam istihdam ekonomik olduğu kadar toplumsal bir maldır.
—Şayet teori ekonominin hareket tarzı ile uyumsuzsa, reformlar çok az iyi şeyler yapacak ve büyük zararlar verebilecektir.
—…Ekonominin istikrarı sermaye varlıklarına yapılan yatırım ve sermaye varlıklarında alınan pozisyonların finanse edilme biçimine bağlıdır…Ekonomimiz petrol, savaşlar ya da parasal sürprizler gibi şoklar nedeniyle değil doğası nedeniyle istikrarsızdır.
—Ekonominin işleyişi tarafından belirlenmediği için, ekonomimizde yatırım ve kamu harcamalarının borusu öter. Bunlar ya dışarıdan politika kararı (kamu harcaması) tarafından ya da gelecekle ilgili bugünün görüşleri (özel yatırım) tarafından belirlenir.
—Bir ulus, diğer uluslara kıyasla, en fazla miktarda hayatın ortak ihtiyaçlarını en fazla insan arasında dağıttığında, ortak çıkar için birleşmiş en çok sayıda namuslu kalbe ve sağlam kollara sahip olduğunda en iyi olur. [Thomas Peacock, s.305]
—Sorun, istikrarsızlığa, enflasyon ve işsizliğe yol açmayan tam istihdam için bir strateji geliştirmektir.
Böyle bir politikanın temel aracı, işletmenin kısa ve uzun vadeli kar beklentilerine dayanmayan asgari ya da minimum ücrette sonsuz esnek bir iş gücü talebinin yaratılmasıdır. Sadece devlet, istihdamın sağlanmasını karlılıktan ayırabildiğinden, sonsuz esnek iş gücü talebi kamu tarafından yaratılmak zorundadır. [s.317]
HER ŞEYİN DEĞERİ: KÜRESEL EKONOMİDE ÜRETENLER VE EL KOYANLAR | MARIANA MAZZUCATO | 2018

—Büyük düşünmek ve zorluklarla yüzleşmek devletin görevleri arasındadır.
—Devlet ancak ve ancak büyük ve farklı düşünerek değer ve umut yaratabilir.
—Değerin nereden kaynaklandığına ilişkin çok sınırlı bir anlayışa sahip olan politikacılar ve kamu çalışanlarının neredeyse tamamı, değerin yaratıcısı olduklarını iddia edenlerin ellerinde oyuncak olurlar. Düzenleyici otoriteler, özel sektör oyuncularının lobi faaliyetlerine maruz kalır ve sırtını devlete dayamış firmaların daha da zengin olmasını sağlayan politikaları (karları artıran ama yatırımları çok az etkileyen) desteklemeye ikna edilir.
—Bir toplumun pek çok kurumunun ve geleneğinin yanı sıra devletler, piyasaların beslendiği rahimdir; daha sonra da bunların kamu yararına hizmet etmelerine yardım eden anaları olur.
—Sen, kamu görevlisi, kurumunun herhangi bir sorununun yönetimini üstlenerek bu soruna işe yarar, uzun vadeli bir perspektif getireceğini, meselenin tüm taraflarını dikkate alacağını (yalnızca karlılığı değil), gerekli fonları harcayabileceğini (gerekirse borçlanacağını) ve -aman bunu fısıltıyla söyle- kamusal değer ilave edeceğini söylemeye cüret etme sakın. Büyük düşünceleri, sadece sana tembihlendiği gibi işlerini “kolaylaştıracağın” ve muktedir kılacağın özel sektöre bırak.
—Vahşi altın baronları – altını onlar bulmadı, toprağın altından onlar çıkarmadı, altına onlar biçim vermedi ama her nasılsa meçhul bir büyülü güç sayesinde bütün altın onların oldu (Big Bill Haywood, ABD’nin ilk sendikasının kurucusu).
—Kendini madencilik sektörü faaliyetlerine adayan Haywood bile şu soruyu yanıtlayamıyordu: Piyasada altın alıp satmaktan başka hiçbir şey yapmayan sermayedarlar bu kadar çok para kazanırken, altını bulmak, yeraltından çıkarmak ve biçimlendirmek için zihinsel ve fiziksel enerjilerini harcayan işçilerin kazançları neden böylesine cılız kalıyor? Ürüne el koyanların onu üretenlerin sırtından böylesine çok kazanmalarının sırrı ne?
—Oscar Wilde’ın değer probleminin can alıcı noktasına ilişkin aforizması çok ünlüdür: Sinik, her şeyin Fiyatını bilen ama hiçbir şeyin Değerini bilmeyen kişidir. Wilde haklıydı; Ekonomi de Sinik Bilim olarak bilinir. Ne var ki işte tam da bu nedenle, Ekonomik Sistemimizdeki değişim, Değerin yeniden Ekonomik Düşüncenin merkezine yerleştirilmesine dayandırılmak zorundadır.
—…Değerin anlaşılması, ekonomimizin nereye gittiğine ve gidişatını nasıl değiştireceğimize ilişkin diğer tüm tartışmalar açısından büyük önem taşıyor. Ancak değerin anlamını netleştirdiğimizde, Ekonomi Sinik olmaktan kurtulurak umut vaat eden bir disiplin olacaktır.
—Altmış yıldır yatırımcılarla çalışıyorum ve şimdiye kadar beklenen kazanç üzerindeki vergi oranlarına bakıp da makul bir yatırımdan vazgeçen (sermaye kazancı vergi oranlarının %39,9 olduğu 1976-77’de bile) bir yatırımcıya rastlamadım. İnsanlar para kazanmak için yatırım yapıyorlar, olası vergiler onları asla korkutup kaçırmıyor. Ve daha yüksek vergi oranlarının istihdam düzeyini olumsuz etkilediğini iddia edenlere şunu söyleyebilirim: 1980-2000 döneminde istihdam hacminde net olarak 40 milyon kişilik artış kaydedilmişti. O dönemden bugüne neler olduğunu biliyorsunuz: düşürülen vergi oranları ve çok daha büyük oranda azalan istihdam artışı (Warren Buffet).
YÜZLEŞME: TÜRKİYE VASATLIKTAN NASIL ÇIKAR? | ADNAN DALGAKIRAN | 2021

—Bu sermaye birikimi mevzusuna karşı olan insanlar vardır. Var olan para veya malın eşit dağılımının bir ülkede gelişimci ekonomi yaratamayacağı aşikardır. Diyelim ki bütün ülkenin kaynakları bin lira. O ülkede yaşayan insanların sayısı da yüz kişi. Bu bin lirayı onar lira olarak dağıttığınız zaman bu yatırım değerini yitirir ve insanlar bunu tüketime harcar, dolayısıyla yatırıma dönüşmez. Çünkü orada yatırıma dönüşecek kadar meblağ kalmaz. Ama bunu böyle yapmayıp bu yüz kişinin beşine bin liranın beş yüz lirasını yüzer lira olarak verdiğiniz ve diğer doksan beş kişiye beş lira olarak dağıttığınız zaman çarkı döndürmeye başlarsınız.
Anti-kapitalistler kızmasın ama kapitalizmin temel prensibi de budur. O yüz lira yatırıma dönüşerek yeni kazanç ve istihdam alanları oluşturmaya başlar, yeni sermayeler ortaya çıkar. Bu işin daha başında olanlar için basitçe bunu söyeleyebiliriz. Yani gelirin eşitçe paylaşıldığı yerlerde sermaye birikimi olmaz. Gelir ve sermaye birikimi belirli seviyeyi geçtikten sonra, insan kaynağının da daha nitelikli olmasına parelel olarak, dağılımda eşitlik sağlanmaya başlanır (s.87).
KAPİTAL VE İDEOLOJİ | THOMAS PIKETTY | 2019

—Ekonomik Kalkınmayı ve insanlığın ilerlemesini mümkün kılan, mülkiyet, istikrar veya eşitsizliğin kutsallaştırılması değil, eşitlik ve eğitim uğruna verilen mücadeledir.
—Her toplum eşitsizliklerini meşrulaştırmak zorundadır: Buna gerekçeler bulmak gerekir, yoksa bütün politik ve sosyal yapı çökme tehdidiyle karşı karşıya kalır. Geçmişin ideolojileri bu perspektiften incelendiklerinde bambaşka bir anlam kazanırlar, deyim yerindeyse taşlar yerine oturur.
—[…] Fransız Devrimi olası pek çok güzergah olduğunu sezdirmişti, ama neticede tercihini 1800 ile 1914 arasında eşitsiz bir mülk sahipleri toplumuna götürecek yoldan yana kullandı…Bu evrim Devrim döneminde uygulamaya konan ve anlamak zorunda kalacağımız sebeplerden Birinci Dünya Savaşı’na dek çok az değişen vergi sistemi tarafından çok iyi gözetilmişti.
—Yol ayrımına gelindiğinde elimizdeki fikirler, başta mevcut çeşitli grupların ve söylemlerin harekete geçme kapasitelerine bağlı olarak, tarihin gidişatını altüst edebilirler.
—Genel olarak, enflasyonun sorunu, doğru varlıkları doğru zamanda doğru yere yatırmayı başaranların kim olduğuna bağlı olarak, kazanç ve zararları nispeten gelişigüzel bir biçimde dağıtmasıdır.
—Enflasyon, ağır bir yeniden dağıtım çatışmasıyla karşı karşıya kalmış bir toplumun alametidir, zira toplum örneğin geçmişten intikal etmiş bazı alacaklardan kurtulmak ister ama lazım gelen fedakarlıkların nasıl daha iyi bölüşülebileceğini açıkça tartışmayı başaramaz ve kendini fiyatların, spekülasyonun kaprislerine teslim etmeyi tercih eder. Bunun en bariz riski muazzam bir adaletsizlik hissi yaratmasıdır.
—Geçmişte kazanılmış mülkiyet haklarının meşruiyetini tartışmaya açmak Pandora’nın kutusunu açmaya benzerdi; hiçbir toplum bundan zarar görmeden çıkamazdı, zira kimse nerede duracağını bilmeyecekti.
—[…]Kendisi bilinçsizliğin sınırındaki bir tarih cehalati içindeki kişinin, kalkıp da luzümlü ve yadsınamaz bir tartışma başlatan birine “popülist” muamelesi yapması, işte bu gerçekten kabul edilemez…Kavram (popülizm) hiçbir konuda ayrıntılı olarak konuşmaya izin vermez (s.849-850).
EŞİTSİZLİKLER EKONOMİSİ | THOMAS PIKETTY | 1997

—Sosyal Kesinteleri Kim Ödüyor?
—Fransa’da işsizlerin sayısını bir kişi indirmek için bir kişilik istihdamdan daha fazlasını, çoğunlukla ikiye yakın istihdam yaratmak gerekmektedir, çünkü yaratılan istihdamın bir kısmı esasen aktif nüfus içinde sayılmayan fakat yeterli istihdam imkanı ortaya çıkarsa emek piyasasına girmeye hazır kişiler tarafından doldurulur.
HOMOECONOMİCUS’UN ÖLÜMÜ: İŞ, BORÇ VE SONSUZ BİRİKİM EFSANESİ | PETER FLEMİNG | 2017

—Homo economicus…Bu insan, artık kişisel borç kabusu ve güvensizlik biçiminde yaşanan felaket eğilimini içinde taşıyan bir varlıktır. Homo economicus bugün parayı tamamen olumsuz anlamda saplantı haline getirmiştir; geceleri çocuğunun okul masrafını ve başka giderlerini düşünerek endişelere kapılmak anlamında bir takıntıdır söz konusu olan.
—2017 başlarında topu topu 8 milyarderin dünyanın en yoksul yarısı kadar zengin olduğu açıklandığında, Londradaki bir bağımsız düşünce kuruluşu olan Adam Smith Enstitüsü’nün sözcüsü, bu duruma ilişkin şu şaşırtıcı yorumu yaptı: “Önemli olan dünya zenginlerinin serveti değil, dünyanın yoksullarının refah durumudur; bu durum her geçen yıl iyileşiyor […] Eşitsizlik istikrarın, barışın ve büyümenin yan etkilerinden biridir; ahmakça servet vergileriyle eşitsizliği azaltmaya çalışmak herkesin yaşam standardını tehlikeye atar.”
—Kamu. Ne ifade ediyor bu kavram? Ve belki daha da önemlisi, neden günümüzün kapitalist kültürünün egemen normlarıyla böylesine paramparça ediliyor?
—Bir gelecek vizyonu olmadan bugüne başarıyla direnmek zordur.
MÜKEMMELLİK TUZAĞI | THOMAS CURRAN | 2023

—Meritokrasi, bir sosyal hareketlilik aracından ziyade bir sosyal arabulucudur; yani zenginler ile diğer herkes arasındaki absürt boyutlardaki uçurumun kabul edilebilir görünmesini sağlayarak tam teşekküllü bir sınıf devrimini savuşturan nötrleştirici bir etkendir .
HAYVANSAL GÜDÜLER | GEORGE A. AKERLOF – ROBERT J. SHILLER

—Azimli olmakla gurur duyan ünlü bir iktisatçı tanıyoruz. Evini satmaya karar vermiş, ancak beklediği alıcılar gelmeyince meslektaşlarına evini satamadığını söylemişti. Meslektaşları evin satılamamasına değil de onun ifadesine şaşırmışlardı: Söyledikleri, Ekonomiye Giriş dersinde anlatılan temel arz ve talep ilkelerine ters düşüyordu. Alıcı bulunamamasının basit bir açıklaması olduğundan emindiler: Evin fiyatı çok yüksekti. Sonunda satıldı -fakat tahmin edileceği gibi, fiyat ciddi oranda düşürüldükten sonra.
ÜRETMEDEN KAR ETMEK: FİNANS HEPİMİZİ NASIL SÖMÜRÜYOR | COSTAS LAPAVITSAS | 2013

—Finansal liberalleşmeyi dayatmanın ucundaki havuç, genellikle son otuz yılda tekrar tekrar krizler yaşayan, gelişmekte olan ülkelere çok taraflı kuruluşlar ve gelişmiş ülkeler tarafından verilen uluslararası kredilerle koşullu olarak ilişkilendirilmiştir. Bu sayede gelişmekte olan ülkelerde bağımlı finansallaşmanın zemini hazırlanmıştır.
DAHA ADİL DAHA MAKUL BİR KÜRESEL EKONOMİ MÜMKÜN MÜ? | DANI RODRIK | 2017

—Doğrusunu isterseniz serbest ticaret yanlıları da en az diğerkleri kadar kendi dar, bencil gündemleriyle hareket etmektedirler (s.x).
—[…] Ne zamam ticaret anlaşmalarından bahsedilse iktisatçıların papağan gibi karşılaştırmalı üstünlüğün ve serbest ticaretin meziyetlerini sayacaklarına hiç şüphe yoktur…Gelir dağılımı etkileri olduğu son derece açık olmasına rağmen, gelir dağılımıyla ilgili kaygıları ısrarla önemsiz göstermişlerdir…İktisatçılar…Günümüzün ticaret anlaşmalarını “serbest ticaret anlaşmaları” olarak yansıtan propagandaya destek olmuşlardır – halbuki Adam Smith ve David Ricardo, örneğin Trans Pasifik Ortaklığı’nın fikri mülkiyet kurallarıyla veya yatırım düzenlemeleriyle ilgili detaylarını okusalardı mezarlarında ters dönerlerdi (s.xi).
—Serbest ticaretin gelişmekte olan ekonomilere nasıl faydalı olduğunu aktaran standart anlatı, bu ülkelerin yaşadıkları deneyimin önemli bir özelliğini göz ardı etmektedir. Çin ve Vietnam gibi küreselleşmeyi avantaja dönüştürebilmiş ülkeler, ihracat teşvikleriyle mevcut ticaret kurallarını ihlal eden çeşitli politikaların birlikte kullanıldığı karma bir stratejiyi takip etmişlerdir. Sübvansiyonlar, belli oranda yerli malı kullanma zorunlulukları, yatırım düzenlemeleri ve hatta sıklıkla uygulanan ithalat kısıtlamaları, yeni ve yüksek değerli endüstrilerin oluşturulmasında kritik rol oynamıştır. Sadece serbest ticarete bel bağlayan ülkeler ise (akla hemen Meksika geliyor) zayıf düşmüşlerdir (s.3).
—[…] Yoksul ülkelerin küreselleşmeden büyük yarar sağlamaları için gelişmiş ülkelerin dış ticaret kısıtlamalarının çok düşük olmasına veya hiç olmamasına ihtiyaç duyduklarını göremeyiz. Nitekim bugüne dek yaşanmış en müthiş ihracata dayalı büyüme deneyimleri (Japonya, Güney Kore, Tayvan ve Çin), ABD ve Avrupa’daki ithalat tarifelerinin orta düzeylerde ve bugünkü düzeylerinden yüksek seyrettiği dönemlerde gerçekleşmiştir (s.4).
—Bir demokraside, finansal piyasalarla yabancı alacaklıların talepleri, o ülkedeki işçiler, emekliler ve orta sınıfın talepleriyle çatıştığında, genelde son söz orada yaşayanlara ait olacaktır (s.5-6).
—Nitekim küreselleşme ve ülkenin yerel siyaseti karşı karşıya geldiğinde, aklı olan bahsini ev sahibine yatırır. Ulusal egemenlik sadece bir noktaya kadar bastırılabilir (s.74).
—Geleceğin bu yeni zorluklarını aşmak için gelişmekte olan ülkelerin, hem özel sektörün hem de kamu sektörünün enerjisinden yararlanan taze ve yaratıcı stratejiler bulması gerekecek (s.10).
—Dünya yurttaşları, büyük gayelerinin diğer yurttaşlara karşı taşıdıkları yükümlülüklerden kaçınmaya mazeret olmaması için temkinli olmaldıdır.
Arzu ettğimiz değil, tüm siyasi ayrışmalarıyla sahip olduğumuz dünyada yaşamak zorundayız. Küresel çıkarlara hizmet etmenin en iyi yolu, gerçekten önemli olan, ulusal sınırlar içinde bulunan siyasi kurumlarda, sorumluluklarımıza uygun bir şekilde yaşamaktır (s.47).
—”Uzmanların bilip uzman olmayanların bilmediği şey, uzmanların gerçekte bildiklerinin, uzman olmayanların, uzmanların bildiğini sandığından daha az olduğudur [Kaushik Basu] (s.149).”
KIZIMLA EKONOMİ SOHBETLERİ | YANIS VAROUFAKIS | 2013

—1989 yılında arkadaşım Vasily ekonomi doktorasını yeni almış iş bulmaya çalışıyor ancak arayışları bir yere varmıyordu. Her geçen ay çıtayı biraz daha aşağıya çekiyor, gittikçe daha düşük işlere başvuruyordu. Sonunda hayal kırıklığı içinde Birleşik Krallık’tan yeni taşındığım Avustralya’ya mektup gönderdi, içinde şu cümle geçiyordu:
Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey ne biliyor musun? Çaresizlikten ruhunu şeytana satacak hale geliyorsun ama şeytan bile ilgilenmiyor.
—Bir ekonomi öğretmeni olarak daima ekonomiyi gençlerin anlayacağı bir dilde açıklamayan kişinin kendisinin de ekonomi bilmediğini düşündüm… Zaman içinde başka bir şeyi, mesleğimle ilgili bu inancı destekleyen hoş bir çelişkiyi fark ettim: Ekonomi modellerimiz ne kadar bilimsel olursa, günlük yaşantımızdaki gerçek Ekonomiyle bağları o denli zayıflıyor.
200 YILDIR NEDEN BOCALIYORUZ | NİYAZİ BERKES | 1964

—Vaktiyle, Lausanne konferansında çetin didişmelerden sonra anlaşmaya varıldığında, avuca giren kuşu kaçırmış olmanın hıncı içinde İngiliz delegasyonunun başı olan Lord Curzon şöyle demiş: “Davayı kazandınız. Size istediklerinizin hemen hepsini bahşettik. Fakat unutmayınız ki bir gün gene bizim yardımımıza muhtaç olacaksınız. Bir gün mali güçlükler sizi çaresizlik içinde koyunca, bütçenizi denkleştirmenin mümkün olmadığını görünce, hatta memurlarınızın maaşlarını veremez hale gelince gene bize gelecek Paris’ten, Londra’dan yardım isteyeceksiniz. İşte o zaman şimdi elde etmekle haklı olarak iftihar ettiğiniz hakların çoğunu birer birer tekrar elinizden alacağız.”
Kemalizm devrimine ihanet edenlerin Türk ulusunu vardırdıkları sonuç ile İngiliz lordunun kötü kehaneti arasındaki benzerliği, içimize salacağı acıya rağmen, görmemek mümkün değil. [s.168]
—Selim III (hüküm süresi 1789-1807) zamanında, hatta ondan daha önce, Türkiye’nin çöküşünün asıl nedeninin ekonomik olduğu anlaşılmıştı. [s.12]
—Değişme, bir toplumun hayatında önemli yeri olan sınıfların ve genel olarak halk yığınlarının değişikliği istemesi, itmesi ve yürütmesi işi haline gelmedikçe o değişme toplumu daha iyiye değil, belki daha kötüye götürür.
Yeni ekonomik zihniyeti kavramalarına toplumsal menşeleri bakımından imkan olmayan Osmanlı devlet adamlarının düştüğü başlıca hata, toplumun ekonomik mekanizmalarını yeni yola sokmadan, bazı tedbirlerin hükümet emirleri ile gerçekleşecek şeyler olduğunu sanmaları idi. Yeni uygarlığa uyacak ıslahatı, toplum yapısı değişmeden güdülebilecek bir idare ve tedbir işi sanıyorlardı. [s.12-13]
—Selim III (hüküm süresi 1789-1807) zamanında ilk defa olarak güdülen “şahsi teşebbüs yolu ile kalkınma” tedbirleri…iflas etti. Mahmut II (hüküm süresi 1808-1839) zamanında yapılan reformlardan sonra ancak 1840 yıllarında devlet eli ile bir ekonomik kalkınma siyaseti düşünüldü. Gerek tarım gerek endüstri alanında devlet eli ile teşebbüslere geçildi…Her iki alandaki teşebbüsler de Türk toplumunda ve ekonomisinde temelli bir değişim yapamadan iflas etti. Bu iflas Türk ekonomisine çok pahalıya mal oldu. Özel ve kamu teşebbüsleri ile modern ekonomiye katılma çabalarının birinci “round”ı o zaman kaybedildi. [s.14]
—Türk halkı siyasi varlığını ve efendiliğini muhafaza etmiş bir ulustur. Daha dün diyebileceğimiz zamanlara kadar bir çok ulusları, hem de ulusluklarına dokunmadan, idare etmek sanatında, pişmiş bir ulustur. Bunu övünmek ve şövenizm için değil, sırf bir gerçek ve bir olay olarak bilmek ve hatırlamak gerekir. [s.171]
—Bizde batıcılıkla anlaşılan şey Türk evrimini çağdaş uygarlığa uygun yönde geliştirmektedir. Halbuki Avrupa’da ve Amerika’da batılılaşma ve batıcılık, Batı diplomasisine boyun eğme anlamına gelir. [s.20]
—Gericiliğin asıl tehlikeli olan çeşidi belirli çıkarların temsil ettiği gericiliktir…Tanzimata kadar yapılmak istenen bütün reform teşebbüslerini asıl baltalayan kuvvet bu kuvvettir. Tanzimatın çeşitli reformlarını gerçekleştirtmeyen, onları kendi çıkarlarına uyacak şekle sokmaya muvaffak olan dinciler değil, işte bu çeşit gericilerdir. Meşrutiyeti bu kuvvet dejenere etmiştir…Cumhuriyetin başarısızlıklarını da bu kuvvet sağlamıştır. Köy Enstitülerini yıkan kuvvet cahil halk veya yobaz değil, bu kuvvettir…Bu kuvveti de yerinde tutan, kuvvetini besleyen gene reform temsilcilerinin başarısızlıkları, görüşsüzlükleri veya görüşlerinin yetersizliği ve temelsizliği olmuştur. [s.18-19]
—Düyun-u Umumiye denilen borçların son ve kesin tasfiyesi 25 Mayıs 1954’te tamamlanmıştır. İlk borç anlaşması 4 Ağustos 1854 tarihinde yapılmıştı. Demek ki, tam yüz yıl borç içinde yatmışız. Borçlar idaresi 1882’de kurulduğuna göre de 72 yıl borç ödemişiz. [s.37]
—1958’de ödeme açığı 400 milyon dolara vardı. [s.162]
—1958’de kombine dış borçlar 1,2 milyar dolara çıktı. 1950’de bütün dış borçlar 260 milyon dolardı. [s.163]
—Hükümetin Merkez Bankasına borcu 1950’de 196 milyon lira iken 1955’te 960 milyon liraya çıktı. Bu tedavüldeki para hacmi artışının %75’ini, tedavüldeki paranın takriben %50’sini teşkil ediyordu. [s.159]
KARŞI DEVRİM: 1945-1950 | ÇETİN YETKİN

—Şevket Süreyya Aydemir, çok yerinde olarak Atatürk için “Tek Adam” demişti. Ne var ki, bu sözü ne denli yerinde ve doğruysa, İnönü için “İkinci Adam” demesi de o denli yanlıştı. Çünkü; “Tek Adam”ın “ikincisi” olmaz. Olursa, o, “tek adam” olmaz. İnönü, Atatürk’ün ölümünden sonra cumhurbaşkanı olarak onun koltuğuna oturan, C.H.P’nin başına geçen kişidir. “İkinci”liği yalnız buradan gelir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanıdır, C.H.P’nin ikinci genel başkanıdır. Bülent Ecevit de C.H.P’nin “üçüncü”; Deniz Baykal ise “dördüncü” genel başkanıdır. O kadar!
TEK ADAM CİLT II | ŞEVKET SÜREYYA AYDEMİR

“— Hemşeri! Düşman Samsun’a asker çıkaracak. Belki buraların hepsini ele geçirecek. Sen ise rahat, toprağı sürüyorsun?
—Paşa, Paşa! Sen ne diyorsun? Biz üç kardaştık. İki de oğul vardı. Yemen’de, Kafkas’ta, Çanakkale’de hepsi elden gitti. Bir ben kaldım. Ben de yarım adamım. Evde sekiz öksüz ile yetim, üç dul kalmış kadın var. Hepsi benim sabanımın ucuna bakarlar. Şimdi benim vatanım da, yurdum da, aha şu tarlanın ucu. Düşman ora gelinceye dek benden hayır bekleme…” [s. 27]
BUNALIM EKONOMİSİNİN GERİ DÖNÜŞÜ VE KÜRESEL KRİZ | PAUL KRUGMAN | 1999

—Keynes’in dünyasında -ve bizimkinde- gerçek kıtlık kaynak ya da erdem kıtlığı değil, anlayış kıtlığıydı.
EŞİTSİZLİĞİN BEDELİ | JOSEPH E. STIGLITZ | 2012

—Siyaset, ülkenin ekonomik pastasının nasıl bölüşüleceğini belirleyen savaşın meydanıdır. [s.183]
BÜYÜK BUHRAN: 1929 KRİZİ | BERNARD GAZIER | 1982

—ABD… Yıllık otomobil üretimi 1919’da 1,9 milyondan 1929’da 5,6 milyona çıktı.[s.46]
—ABD’de “çılgın yılların” getirdiği yeniliklerden biri de tüketici kredisi olmuştu. 1927’de tüketicilere yapılan satışların %15’i krediyle gerçekleşmişti ama mobilyaların %85’i, pikapların %80’i, çamaşır makinelerinin %75’i vs krediyle satılmıştı. Çöküşte de bu ürünler baş role geçti: 1930’da kişisel tüketimdeki azalma %6’ydı ama dayanıklı tüketim mallarındaki düşüş %20’yi bulmuştu; 1929-1933 arasında %50’ye ulaşacaktı. 1929 boyunca stoklardaki yükseliş, talep azalmasının önemli bir bileşeninin burada olduğunu gösteriyor. [s.51-52]
MODERN PARA TEORİSİ’NE GİRİŞ: ELEŞTİRİLERE YANIT | ERİC TYMOIGNE VE L. RANDALL WRAY | 2013

—Ekonomik ve politik tartışmalar çok uzun süredir ödeme gücü, kemer sıkma, kıtlık ve damlama kuramının (trickle-down) dar sınırları içinde şekillendi. Sosyal güvenlik iflasa gidiyor; kamu borçları gelecek kuşakların sırtına yükleniyor; işsizlik kötü ama fiyat istikrarını sağlamak için gerekli; sosyal yardımlar zenginden çalarak finanse ediliyor; son olarak, “kamu parası gibisi yok” anlayışı, tartışmaların ve politika tercihlerinin kapsamını kısıtlaması gereken su götürmez bir gerçek olarak gösteriliyor. Bu ön kabullerin artık değişmesi gerekiyor. Hane halkı ve işletmelerin yaşadığı ödeme gücü kısıtı, parasal anlamda hükümran devletler tarafından yaşanmaz. Onlar kendi bastıkları para biriminden satışa sunulan her şeyi satın almak için kamu parası yaratabilirler. Onları ilgilendiren para yokluğu değil, politik irade ve ekonomik kaynaklardır…Devletler kamu parası yaratabilirler ve yaratıyorlar; işsizleri işe almaları ve vergi sistemini bu sorunları halletmek için kullanmaları gerekiyor. [s.6]
—Savaş hükümete ve hükümet de insanlara, federal vergilendirmenin, enflasyon ve deflasyonla; alınan ve satılan ürünler için ödenmesi gereken fiyatlarla yakından ilgili olduğunu öğretti. Federal vergiler yetersiz ya da yanlış türdense, kamunun elindeki satın alım gücünün bu satın alım talebinin karşılanacağı ürün ve hizmetler üretiminden daha büyük olma ihtimali vardır. Eğer bu talep çok büyüyecek olursa sonuç fiyatlarda bir yükselme olacak ama satışa sunulan ürünlerin sayısında buna oranla hiçbir artış olmayacaktır. Bu da doların öncekinden daha az değerli olması demektir -işte size enflasyon. Öte yandan, fedaral vergiler aşırı ağır türdense halkın elindeki efektif satın alma gücü, ürün ve hizmet üreticilerinden üretmek isteyecekleri her şeyi almaya yetmeyecektir. Bu da yaygın işsizlik anlamına gelir […]. Devletin harcadığı dolarlar bunları teslim alan halkın elindeki satın alım gücü haline gelir. Devletin vergilerle elde ettiği dolarlar ise halk tarafından harcanamaz ve bundan dolayı da bu dolarlar artık satışa konmuş ürünlerin edinilmesinde kullanılamaz. Vergilendirme bu nedenle, herhangi bir bütçe ya da para politikasının idaresinde en önemli araçtır . (Savaş sırasında New York Fed’in Başkanı Beardsly Ruml]
Ruml’un bu eserinin başlığı ilginç bir biçimde “Gelir için vergilendirme, hükmünü kaybetmiştir.” şeklindeydi; “savaş finansmanının” verdiği dersin farkındaydı, vergiler başka amaçlar için önemliydi, hükümran devlet harcamalarını finanse etmek için değil. [s.15-16]
—[…] “Para yaratma” ve vergilendirme birbirlerinin alternatifi değildir ve terisne finans sürecinin farklı noktalarına denk düşerler…”Para yaratma” eylemi, vergi borcunun ödenmesi için gerekli olan paradan önce olmak zorundadır. [s.17]
—Hazine ve merkez bankasının finansal işlemleri o kadar iç içe geçmiştir ki bütçe ve para politikalarının düzgün işlemesini sağlamak için her ikisi de birbiryle sürekli temas halinde olmalıdır. Hazine para politikasına, merkez bankası bütçe politikasına karışır. Merkez bankasının bağımsızlığı bu şekilde daha kısıtlıdır ve önünde sonunda bir şekilde hazineyi finansal olarak desteklemek zorundadır. [s.43-44]
POST-KEYNESYEN YAKLAŞIM: ALTERNATİF PARASAL İKTİSAT | SAYIM IŞIK – MEHMET FATİH CİN | 2016

—Fiyatlar talepteki dalgalanmalara karşı duyarsız olmasına rağmen maliyetlerdeki değişmelere karşı oldukça duyarlıdır. [Janet Yellen]
—Tooke para ile fiyatlar arasındaki nedensellik ilişkisini şu şekilde açıklamaktadır: “malların fiyatları, banknot miktarı ya da dolaşım araçlarına bağlı değildir, aksine dolaşım araçlarının miktarı, fiyatlara bağlıdır.”
—Kamu Harcamaları üzerindeki limit, keyfi açıklar ya da borç rasyoları değildir fakat daha ziyade devlet parası için satışa sunulmuş olan reel kaynaklardır. Diğer bir ifadeyle, devlet tarafından yapılan aşırı harcamalarla ilgili problem enflasyondur yoksa ödenmemesi riski ya da iflas riski değildir. [L. Randall Wray]
TÜRKİYE’NİN GELECEĞİ | MUSTAFA KEMAL ATATÜRK | 2 ŞUBAT 1923 | İZMİR’DE HALKLA KONUŞMA

—Memleket, millet, istiklal, hakimiyet, şeref her ne telaffuz ediyorsak, her güzel şey yalnız ve ancak kadınlarımızın feyzi, irfanı sayesinde yetişecektir. [s.42]
—Ben korkusuz, çekinmeksizin, kati olarak ifade ediyorum ki milli egemenliğin değiştirilmesi ve karıştırılması değil fakat bir kelimesinin, bir noktasının bile şöyle veya böyle olmasını isteyenler benim gözümde en koyu mürtecidir. Ve böyle adamlara karşı yapılacak şey, bunları parça parça etmektir.
Efendiler…
Bu milletin çektiği felaketler çoktur. Bu millete acımak lazımdır. Bu milleti şunun ve bunun faydalanması için şu ve bu istikametlere, karanlıklara sevk etmek ayıptır, rezalettr, günahtır. Bunu artık yaptırmayacağız. [s.49]
—Emin olunuz ki efendiler, bizi, milleti daima kandıranlar büyük tanıdığımız ve fakat çok küçük olan heriflerdir. [s.63]
—Bir arkadaşımız sormuştu -öğretmenlerdenden birisi olacaktır: Yeni maarifimiz nasıl olacaktır?
[…] Bu soruya bendenizin vereceği cevap iktisadiyatın isteyeceği gibi olmalıdır. Yani çalışmak için muhtaç olduğumuz şey nedir? Onu yapabilmek için ne öğreneceğiz? [s.80-81]
DOĞAL İKTİSAT: NEDEN İKTİSAT NEREDEYSE HER ŞEYİ AÇIKLAR | ROBERT H. FRANK | 2007

—Neden düğmeler kadın giysilerinde sol tarafta, erkek giysilerinde sağ tarafta bulunur?
[…]Düğmelerin ilk kez ortaya çıktığı 17. yüzyılda yalnızca zenginlerin giysilerinde düğme kullanılıyordu. O dönemin adetlerine göre erkekler kendi başlarına göre giyinirken, kadınları ise hizmetçileri giydiriyordu. Yani bluz düğmelerinin solda olması, kadınlara elbiselerini giydiren ve çoğu sağ elini kullanan hizmetçilerin işini kolaylaştırıyordu. Erkeklerin gömlek düğmelerinin sağda olması sadece kendi başlarına giyindikleri için değil, kılıç kuşanmanın yaygın olmasıyla da ilgili. Sağ el kullanılarak çekilen kılıç sol tarafta durduğu için bu sırada gömleğe takılması olasılığı da azalıyordu. [s.36]
—Herhangi bir indirim programının amacı, bir ürünü normal fiyatından satın almayacak potansiyel müşterilere fiyat indirimi sunarken, diğer müşteriler için indirimin mümkün olduğunca cezbedici olmamasını sağlamaktır. Beyaz eşya satıcıları, hafif hasarlı bir buzdolabının, potansiyel alıcıları bu şekilde ayırt etmenin mükemmel bir yolu olduğunu belki de kazara keşfettiler. “Çizik vuruşu satışı”[…]
Bu uygulama, beyaz eşya satışlarını artırdığı ölçüde birim başına ortalama maliyeti azalttığı için bütün müşterilerin daha ucuza alışveriş yapmasını sağlar. [s.96]
DARWİN EKONOMİSİ: ÖZGÜRLÜK, REKABET VE KAMU YARARI | ROBERT H. FRANK | 2011

—Yaygın işsizlikle geçen her bir gün koltukları dolmadan havalanan uçağa bir uçağa benzer. İki durumda da değer arz eden bir şeyler üretebilme fırsatı elden kaçıp gitmiştir. Böylesi bir israftan kaçınmak için atılacak her olası adımda başarısızlığa uğramanın hiçbir gerekçesi yoktur. [s.21]
—Devletin bir takım kusurlara sahip olması onun bir politika yapıcısı olarak tamamen felçli gibi davranması gerektiği anlamına mı gelir? Ne de olsa, piyasalar da kusursuz değildir ve sadece devletin üstlenebileceği birçok önemli görev bulunmaktadır. [s.25]
—Darwin, yaptığı gözlemler sonucunda bir türe mensup hayvanların tekil çıkarlarının türün genel çıkarlarıyla ciddi bir şekilde ters düştüğüne ikna olmuştur. Tahminimce, görünmez-el teorisi zaman ilerledikçe Darwin’in genel teorisinin özel bir durumu olarak görülmeye başlanacaktır. [s.42]
—Darwin’in analizi rekabetin dinamiklerinde sistemik bir kusur olduğunu ortaya çıkarmıştır. Darwin’e göre, teşhis ettiği aksaklıklar rekabetin azlığından değil de, işleyişin kendi içsel mantığından ileri gelmektedir. [s.46]
—Hayatta önemli amaçlardan birçoğuna ulaşabilmenin nıspi alım gücüne bağlı olması bir noktadan sonra tartışma kabul etmeyen bir gerçektir. Bu gerçeğin bir takım doğrudan sonuçları bulunmaktadır. Örneğin, bir kişi ilave gelir elde ettiğinde, bu durum yalnızca onun kendi amaçlarına ulaşabilme kabiliyetini artırmakla kalmaz, aynı zamanda eş zamanlı olarak diğer kişilerin amaçlarına ulaşabilme kabiliyetlerini de kısıtlar. Aynı hususu iktisadi bir dille ifade edecek olursak, bir kişinin cebine ilave gelir girmesini sağlayan faaliyetler diğer kişilere bir takım negatif dışsallıklar empoze eder. [s.80]
KALKINMA EFSANESİ: 21. YÜZYILIN BAĞIMSIZ YAŞAYAMAYAN EKONOMİLERİ | OSWALDO DE RIVERO | 2001

—Küreselleşme “uzmanları”, kısıtlayıcı bağlardan tamamıyla kurtarılmış bir küresel pazarı içeren dünya çapındaki rekabetin bir sonucu olarak ülkelerin tümünün bu kez refaha ve gelişmeye ulaşacağına ikna olmuş durumdular. Böyle bir inanç, ütopyacı içeriğiyle, küreselleşmeyi sanki evrensel yerçekimi kanunu gibi kişiler, yatırımcılar ve hatta uluslar için kaçışı olanıksız, insanların idare edemediği durdurulamaz bir yol olarak sunmaktadır. Küreselleşme uzmanlarının değinmedikleri noktaysa, ABD, Avrupa ve Japonya’nın bu çeşit bir küreselleşme altında gelişmedikleridir. Gelişim süreçleri boyunca genç sanayilerini koruyup ilerlettiler ve birbirlerinin teknolojilerini kopyaladılar. Ayrıca açıklanmayan bir başka noktaysa bugünün ekonomik arenasının gösterildiği kadar kısıtlayıcı bağlardan kurtulmuş olmamasıdır; çünkü şimdiki durum daha önceki en önemli avantaj olan insanların çalışmak amacıyla serbestçe hareket etmesine ve yabancı teknolojinin kopyalanmasına artık izin vermemektedir. Gelişmemiş ülkeler için çok önemli olan işçilerin ve teknolojilerin küresel dolaşımına izin verilmemektedir. Katı göçmenlik düzenlemeleriyle ve fikri mülkiyetin korunması kanunlarıyla karşılaşmaktadırlar.[s.13]
— Hiç kimse küreselleşmeden elde ettiği yararları inkar etmek istemiyor. Burada eleştirilen nokta onun 1990’ların sonunda Brezilya, Rusya ve Asya’nın bir bölümünü vuran büyük mali krizleri meydana getiren ve uluslararası finans sistemini küresel bir kumarhaneye dönüştüren spekülatif doğasıdır. İstihdama veya üretime hiçbir katkı sunmayan spekülasyon eğilimine ek olarak diğer bir endişe tam da gelişmemiş ülkelerde kentli nüfusta patlama meydana gelirken iş gücü tasarrufu teknolojilerinin artarak kullanılmasıdır. [s.13]
—Devasa yoksullukları ulusal çapta bir pazar ekonomisi inşa edebilmelerini, üretim ve hizmet yatırımlarındaki teknolojik girdinin eksikliği ise onları küresel ekonomiyle rekabet etmelerini engellemektedir. Yakında, şehirli nüfusun patladığı, birçok sözde “gelişmekte olan” ülke ulusal ve uluslararası pazar eksikliğinden dolayı ekonomik yetersizlikler göstermeye başlayacaklar. Şu anki küresel ekonominin bir parçası olarak tek işlevleri borçlarını ödemek, bazı spekülatif yabancı sermaye çekmek, gıda, petrol ve her türlü tüketim ve sanayi malını ithal etmeyi kapsayacaktır. [s.15]
—Yoksul ülkelerin birçoğu için önümüzdeki yıllardaki seçenek, yirmi yıl önce Güney Kore ve Tayvan’da gerçekleşen kalkınma sürecine başlamak olmayacak. Tek umutları teknolojik devrimin ve küresel rekabetin meydan okumasına karşı bir şekilde hayatta kalmaktır…Yanlış adlandırılmış birçok gelişmekte olan ülke YSÜ (yeni sanayileşen ülkeler) olma yolunda değiller. Aksine “bağımsız yaşamayan ulusal ekonomiler” (BYUE) olma yolunda hizla ilerlemektedirler. [s.15]
—Pratikte… kalkınamama kabusundan kurtulmayı başaran Güney Kore, Tayvan ve Singapur gibi ülkelerde devlet bizzat girişimci olmuş, ithalatta görece üstünlüklere sahip kapitalistlerini desteklemiştir. [s.53]
—Yüksek teknolojik içerikteki mallara olan talep yılda %15 oranında artarken, düşük teknolojik ürünlerde %5 ve hammadde de %2-3 arasında gerçekleşmektedir. [s.59]
—Temel ve düşük teknolojik içeriğe sahip mal ihracından elde ettikleri yetersiz gelirle mucizeler yaratamaz ve büyüyen kentli nüfusun ihtiyaçlarını gideremezler. Onlar için geriye kalan tek seçenek olarak borç batağına her geçen gün daha fazla batmak kalır. Sözde gelişmekte olan ülkelerin ekonomik tarihinde gittikçe artan borçlardan ve bunları ödeyemeyecek hale gelmekten başka bir durum gözlemlenmemiştir.
O zaman akla şu soru gelir: tüm bu ulusal sefalet en zaman son bulacak? Çokuluslu aristokrasi ve ulusüstü egemen sınıf tarafından dayatılan yegane itikatın devletin ticaret ve ekonomi işlerine karışmama ilkesiyle her şey pazarın görünmez elinin insafına kalmıştır. Hiç kimse ne olacağını bilemez. [s.61]
—ABD, Avrupa, Japonya ve Asya’daki YSÜ’lerin (yeni sanayileşmiş ülkeler) modern sanayileşme geçmişini bilen hiç kimse teknolojik modernleşmenin devlet desteği olmadan gerçekleşebileceğine inanmaz. [75-76]
—1960’lardan bu yana, birçok sanayileşme girişimine tanık olduk, fakat sadece birkaç tanesi ulusal kalkınmayla sonuçlandı. [s.90]
—Meselenin aslı şu ki; şu an dünyada neler olup bittiğini gerçekten anlamak için daha çok seyahat etmek ve IMF ve Dünya Bankası raporlarına daha az göz atmak gerekiyor. [s.94]
—Şu anki ekonomik ve mali küreselleşme modeli yıkıcı bir süreçtir ve tehlikeli bir biçimde zengini daha zengin ve yoksulu daha yoksul yapmaktadır. [s.112]
—Kalkınma efsanesi siyasi sınıfların kolektif bilinçaltına öyle derinden kök salmış ki, yapmaları gereken tek şeyin o an moda olan ve büyük ekonomik güçlerin, çokuluslu şirketlerin, ulusararası finans ve ekonomi çevrelerinin dayattığı ekonomik ve mali politikaları uygulamaktan başka seçeneklerinin olmadığını düşünüyorlar. Ne Teknoloji Devrimi’nin ülkelerinin sahip olduğu görece üstünlükleri, yani bol miktarda vasıfsız iş gücünü ve doğal kaynakları önemsiz hale getirdiğini görüyorlar, ne de bu sürecin en sonunda onların ekonomilerinin dışa bağımlılığını artıracağının ve hüsranla dolu birer ulusal projeye dönüştüreceğinin farkındalar. [s.146]
—Kalkınamama aslında tam olarak bir ülkenin ucuz iş gücü ve ilkel mal ihracatının ötesine geçmesine izin vermeyen otoriterizm, yozlaşma ve sömürünün tarihidir. [s.147]
TÜFEK, MİKROP VE ÇELİK | JARED DIAMOND | 1997

—Türkler hiçbir zaman yerinizden edilmediniz, Türkiye’ye hükmettiniz ve diliniz Rusça veya İngilizce gibi bir Hint-Avrupa diline dönüşmeyip muhteşem bir dil olan Türkçe olarak kaldı.[s.xix]
—Yaklaşık 10.000 yıl boyunca Anadolu medeniyetleri Avrupa’ya karşı üstün olmasına rağmen neden sonunda Avrupa kazandı? [s.xx]
—ABD ve Türkiye’nin elinde olan şey, devletin modern dünyanın motoru olan bilim ve teknolojiye vereceği destektir. Günümüzde benim ülkem iyi bir örnek teşkil etmiyor. Türkiye daha iyi bir örnek oluşturup modern dünyanın güç merkezlerinden birine dönüşebilecek mi? Bu sizin kararınız! [s.xxii]
—İnsanlar neden farklı kıtalarda farklı hızda gelişti? [s.5]
—Çağdaş dünyadaki eşitsizliklerin kökeni ta tarihöncesine dayanıyor. [s.15]
—Tarih farklı halklar için farklı yönde gelişti ama bu, çevresel farklardan dolayı böyle oldu, o halkların biyolojik farklılıklarından dolayı değil. [s.17]
—İnsanlık tarihi bundan yaklaşık 50.000 yıl önce, benim Büyük Sıçrama dediğim şeyle birlikte başladı. [s.34]
—Ancak son 11.000 yıl içinde bazı halklar yiyecek üretimi denen şeye geçtiler: Yani yaban hayvan ve bitkileri evcilleştirip bunun sonucunda sahip oldukları çiftlik hayvanlarını ve ürünleri yemeye başladılar.
[…] Yiyecek üretimi tüfeklerin, mikropların ve çeliğin gelişiminin dolaylı bir önkoşuluydu. [s.92]
—Anadolu’yu fetheden Türklerin evlatları o yıllardan beri Türkiye’ye hakimdir ve Türkçeyi Anadolu’da yaymışlardır.
Ancak bu, modern Türklerin İstanbul’u fetheden Türklerin katışıksız torunları olduğu anlamına gelmez. Anadolu’da Türklerin hakimiyeti altına giren milyonlarca Hint-Avrupalı vardı: Onlar yok edilmemişlerdi. Genetik araştırmalar, modern Türklerin genlerinin üçte birinin Orta Asya’dan gelen süvarilerden olduğunu gösteriyor; ama hala üçte ikisi Anadolu’nun yerlisi olan Hint-Avrupa kökenli. Anadolunun yerli halkı dilini kaybetti ama genlerini korudu. Böylece siz Türkler de, dünyanın geri kalanı gibi, bir mozaiksiniz: Dil olarak tek bir halksınız (Türkler) ama genetik olarak çoğunlukla başka bir halk (Hint-Avrupalı). Aynı şey Macaristan’da da yaşandı. Başka bir grup Asyalı süvari olan Macarlar Macaristan’ı fethettiler ve modern Macaristan’a dillerini yaydılar. Ancak modern Macarlar her en kadar 1.200 yıl öncesinin fatih süvarilerinin dillerini konuşuyor olsalar da genetik olarak hala çoğunlukla Hint-Avrupalıdır. [xviii]
—Darwin’in “doğal seçilim” terimi, aynı türün doğal koşullar altında birbiriyle yarışan tekleri içinde hayatta kalmayı daha iyi başaran ve/veya daha başarılı üreyen bazı tekleri için kullanılan bir terimdir. Aslında seçilim farklara dayalı olarak hayatta kalma ve üremenin bir sonucudur. Koşullar değişirse farklı tekler hayatta kalabilir ya da daha iyi üreyebilir ve “doğal seçilim”e uğramış olur, sonuçta da o bölgedekiler evrimsel bir değişiklik geçirir. [s.139]
—Evcilleştirme aşamasında bitkilerde meydana gelen değişikliklerin çoğu koşulların değişmesinden, koşullar değiştiği için bitkinin tercih edilen türünün değişmesinden kaynaklanır. [s.139]
—Tolstoy’un büyük romanı Anna Karenina‘nın o ünlü ilk cümlesi…”Mutlu ailelerin hepsi birbirine benzer, mutsuz ailelerin mutsuzluğuysa kendine özgüdür.” Bu cümleyle Tolstoy şunu demek istiyor: Bir evliliğin mutlu bir evlilik olabilmesi için çeşitli bakımlardan iyi yüremesi gerekir…Temel konulardan birinde başarısızlık evliliğin sonu olabilir, o evlilik mutluluk için gerekli bütün öteki katkı maddelerine sahip olsa bile.
Bu ilke evliliğin yanı sıra hayatla ilgili başka pek çok şeyi anlamayı da kapsayacak şekilde genişletilebilir. Başarısızlıklar için genellikle kolay, tek nedene dayalı açıklamalar bulmaya eğilimliyizdir. Oysa önemli konuların çoğunda başarı, aslında birbirinden ayrı olası başarısızlık nedenlerinin pek çoğunun ortaya çıkmasının önlenmesini gerektirir. [s.182]
—Her bitki topluluğu hangi mevsim sistemi içinde evrimleştiyse o sistemin işaretlerine gerektiği gibi yanıt verebilecek biçimde, doğal seçilim yoluyla, genetik olarak programlanmıştır.
[…] Genetik programı, ekili olduğu tarlanın enlemine uymayan bitkinin vay haline!…Bitki Kanada için daha uygun bir zamanda -sözgelimi haziranda- filiz verecek şekilde genetik olarak yeniden programlanmazsa öteki mevsimlerde de sorun yaşar. [s.216]
—Avcı/yiyecek toplayıcı toplumlar hiçbir zaman ne kendileri yazı diye bir şey geliştirdiler ne de başkalarından aldılar çünkü ilk yazının kullanılacağı kurumlardan da yoksundular, yazıcıları beslemek için yiyecek fazlası üretmeye yarayacak toplumsal ve tarımsal düzenlemelerden de.
Yazının ortaya çıkışı ve başlangıçta başkalarınca benimsenmesi için yiyecek üretimi sonuç olarak gerekli bir koşuldu ama yeterli bir koşul değildi. [s.276-277]
UNUTULAN YILLAR | NİYAZİ BERKES | 1997

—[…]Toplumsal koşullara bakmadan yalnız eğitim yolu ile toplumsal değişikliklerin gerçekleştirilebileceğini sanıyorsunuz. [s.111]
—[…]Toplumsal olayların daima akla göre yürümediğini…[s.111]
—Toplumlar kendiliklerinden bizim kafamıza uymak için değişmezler! [s.111]
—Matematik ve onunla ilgili bilimleri onların dışında kalan birinin az çok öğrenebilmesinin en iyi yolu onların tarihini öğrenmektir. [s.77]
[…]Yalnız matematiğin değil, bizim yabancısı kaldığımız Batı bilim ve felsefesini kavramanın en yararlı yolu “onların tarihini”, daha doğrusu “tarih içindeki gelişmelerini” öğrenmektir. Bu yaklaşımın tek eksik yanı, bunların nelere, nasıl ve niçin uygulanabilirliği olduğunu öğrenmekti. [s.77]
—Bilgisi olan olmuş, kaç para eder, sesini yükseltecek cesareti olmadıkça? Bunlar Milli Şef döneminin nesinden korkarlardı? Tek bir şeyinden: “şüpheli kişi” olarak mimlenme tehlikesinden. Böyle bir korku süren bir toplumda sözde “aydın” denen adam, sadece “nemelazım” adamı olur. Toplumsal görevini yapmayan adi bir parazit. [s.273]
—Bir kaç ay sonra… merakım beni Eskişehir yakınlarındaki Çifteler Köy Enstitüleri’ne sürükledi.
[…]İlk kez içime Türk insanının geleceği üzerine bir iyimserlik doldu. Bir toplum doğru yolda gidilirse bu denli kısa zaman içinde değişebilirmiş. [s.256]
—Düşün dürüstlüğü, uygarca yüreklilik, birbirine güvenme gibi şeylere inanan safdilleri avlamanın yolu bu. [s.366]
TEZ NASIL YAZILIR | UMBERTO ECO | 1977

—Politika yapmanın bir ciddi biçimi, bir de sorumsuz biçimi var. Toplumun durumu hakkında yeterli bilgi sahibi olmadan bir kalkınma planına karar veren bir politikacı, yasadışı bir iş yapmıyorsa bir şaklabandır. Kişi bilimlere özgü gerekliliklerden yoksun bir politik tez yaparak kendi tuttuğu siyasi tarafa berbat bir hizmette bulunmuş olur. [s. 73]
İKTİSADI ANLAMAK | DANI RODRIK | 2015

—İktisat toplumsal bir bilimdir. Bu durum evrensel teoriler ve sonuçlar aramanın nafile bir iş olduğu anlamına gelir. Modeller (ya da teoriler) en fazla bağlamsal olarak geçerlidir. [s.169]
—Yunancada analiz, girift şeyleri basit ögelere ayırmak anlamına gelir ve şeyleri birleştirmeyi ifade eden “sentez” kelimesinin zıt anlamlısıdır. Bu basit bileşenler olmadıktan sonra ne analiz ne de sentez yapmak mümkündür.
Kuşkusuz, basit olmak, meselelerin basite indirgenmesini gerektirmez. Einstein’ın kendisine atfedildiği şekilde dediği gibi, “Her şey mümkün olduğu kadar basit olmalıdır, ama fazla basitleştirilmemelidir.” [s.165]