Klasik Faiz Teorisi ve Likidite Teorisi: Türkiye’de Faiz Nedir?

Klasik teoride faiz, bugünkü tüketimden vazgeçmenin bir bedelidir. İktisadi aktör, tasarruflarını bugün tüketmek yerine yatırım yapacak birine borç verdiğinde, bu “fedakârlığının” karşılığı olarak faiz geliri elde eder.

Keynes’in “Genel Teori”sinde faiz, likiditeden vazgeçmenin, yani parayı banknot biçiminde elimizde–cebimizde–kasamızda tutmaktan vazgeçmenin bedelidir. İnsanların tasarruflarını para biçiminde elinde–cebinde–kasasında tutma isteği ne kadar yoğunsa, insanların paralarından ayrılmak için isteyeceği faiz oranı da o kadar yüksek olur.

Türkiye ekonomisinde faiz oranının ne olduğu, ne klasik teori ne de Keynesyen teori tarafından açıklanabilmektedir. Çünkü Türkiye’de faiz, bir yandan yurt içi yerleşiklerin yabancı para (YP) mevduatından vazgeçmelerinin bedelini, diğer yandan ise yabancı yatırımcıları Türk varlıklarını almaya teşvik etmenin maliyetini ifade etmektedir. Bireylerin ve firmaların finansal tasarruflarını YP varlıklarında tutma isteği ne kadar güçlüyse, bu varlıklardan vazgeçmeleri için talep edecekleri faiz oranı da o ölçüde yüksek olacaktır. Benzer şekilde yabancıların Türk varlıklarına yatırım yapma isteği ne kadar düşükse talep edecekleri faiz oranı da o ölçüde yüksek olacaktır.

Belirsizliklerin ortadan kaldırıldığı ya da belirsizliğin yol açacağı kayıpların herhangi bir biçimde telafi edildiği bir durumda, Keynes’in likidite tercih teorisi işlevsiz hâle gelir. Çünkü Keynesyen çerçevede para talebinin temel belirleyicisi belirsizliktir.

Türkiye’de yabancı para (YP) varlık talebinin iki temel nedeni vardır. Bunlardan ilki, enflasyon ve döviz kuru artışlarına karşı korunma güdüsüdür. Bireyler ve şirketler, enflasyonun ve döviz kurundaki artışların tasarrufların satın alma gücünü aşındırıcı etkisinden korunmak amacıyla YP varlıklara yönelirler.

İkinci neden ise, YP borçlu firmaların ya da dış ticarete konu sektörlerde faaliyet gösteren firmaların risk yönetimi ihtiyacıdır. YP borçlu firmalar, borçları kadar YP varlık bulundurarak döviz kuru artışları karşısında ortaya çıkabilecek zararları sınırlamayı amaçlarlar. Bu firmaların YP cinsinden borçlanmasının temel gerekçesi de risk yönetimidir.

Dış ticarete konu olan sektörlerde fiyatlar, küresel fiyatların döviz kuru ile çarpımı şeklinde oluştuğu için, döviz kurundaki düşüşler bu firmaların ulusal para birimi cinsinden gelirlerini azaltır. Bu nedenle, söz konusu sektörlerde faaliyet gösteren firmalar ulusal para birimiyle borçlanmak yerine YP cinsinden borçlanarak gelirleri ile borçları arasında uyum sağlamayı tercih ederler.

Türkiye ekonomisinde enflasyon, TÜFE sepetinin dış ticarete konu olma derecesinin yüksekliği nedeniyle büyük ölçüde döviz kuru tarafından belirlenmektedir. Dolayısıyla enflasyona ilişkin belirsizlik, esasında döviz kuruna ilişkin belirsizliktir. Tam da bu noktada Kur Korumalı Mevduat (KKM) mekanizması devreye girmektedir. KKM, TL mevduat sahiplerini faiz oranlarının üzerinde gerçekleşebilecek döviz kuru artışlarına karşı korumayı amaçladığı için belirsizliği ortadan kaldırıcı bir işlev görmektedir.

Belirsizliklerin azalmasıyla birlikte YP varlıklara olan talep gerilediğinden, döviz kuru üzerindeki artış baskısı da zayıflamaktadır. Bu nedenle, belirsizliğin ortadan kalktığı bir ortamda yukarıda açıklanan biçimiyle YP varlık talebine dayalı açıklama da—Keynes’in likidite tercih teorisine benzer şekilde—işlevini yitirmektedir. YP varlık talebinin bu anlamda çözülmesi, faiz oranlarını kısıtlayıcı unsurlardan arındırmakta ve faizlerin ekonomik ihtiyaçlar doğrultusunda belirlenebilmesine imkân tanımaktadır.