Ücretleri Düşüremezsiniz Ücretleri Artıramazsınız
Türkiye ekonomisinin temel sorunu, “Ücretleri düşüremezsiniz, ücretleri artıramazsınız.” ikilemine sıkışmış olmasıdır. Bu yapısal mesele görmezden gelindikçe, hem sanayileşme süreci zarar görecek hem de toplumsal memnuniyetsizlik ortaya çıkacaktır.
Sanayiciler, çalışanlar ve devlet bu çıkmaza ortak bir çözüm üretmek zorundadır. Sanayicilerin “ücretler yüksek” iddiası pratikte karşılık bulmadığı gibi, çalışanların “ücretler düşük” tespiti de mevcut üretim yapısı içinde sürdürülebilir bir yanıt üretmemektedir. Sorun, her iki yaklaşımın da kendi içinde haklı gerekçelere sahip olmasına rağmen, mevcut ekonomik düzenin bu iki talebi aynı anda karşılayamayacak bir noktaya sıkışmış olmasından kaynaklanmaktadır.

Tek başına ele alındığında ne düşük faizin ne yüksek faizin, ne yüksek kurun ne de düşük kurun işe yaramadığı artık açıkça görülmektedir. Bu nedenle ülkenin asıl ihtiyacı olan üretken sermayenin ve çalışanların kaygılarını önceleyen çözümler geliştirmek zorundayız.

1980’ler ya da 2000’lerde bu tıkanıklığı açacak bir ücret alanı bulunmuş olsa da bugün ücretlerde böyle bir alan “bence” yoktur. 1980’lerde ya da 2000’lerde bu tıkanıklığı bir ölçüde aşmayı mümkün kılan bir ücret ve döviz kuru manevra alanı vardı; ekonomi, ücretlerde ve döviz kurunda yapılan düzenlemeleri taşıyabilecek bir esnekliğe sahipti. Ancak bugün, böyle bir alanın fiilen ortadan kalktığını düşünüyorum. Ne ücretlerin düşürülmesi mümkündür ne de anlamlı bir biçimde artırılması… Tam da bu nedenle, mevcut büyüme modelinin sınırlarına dayandığımız açıkça görülmektedir.
Bugüne kadar bu sorunun farkında olunduğu açık. Nitekim uzun yıllardır pek çok adım atıldı ve bugün de çeşitli uygulamalar sürdürülüyor: asgari ücretten vergi alınmaması, istihdam destekleri, işveren sosyal güvenlik primlerinde yapılan indirimler bunların başlıcalarıdır. Ancak gelinen noktada, bu araçların etkisi giderek zayıflamakta ve politika alanı hızla daralmaktadır.
Bu sorunun yalnızca Türkiye’ye özgü olduğu yanılgısına da kapılmamak gerekir. Yaşanan tıkanma, gelişmekte olan bir ekonominin bir yandan artan toplumsal taleplerle, diğer yandan Çin’in hem iç pazarda hem de küresel ölçekte yarattığı sert rekabetle aynı anda yüzleşmesinin doğal sonucudur. Dolayısıyla mesele, ülkeye özgü değil; sistemsel bir sorundur.
Bununla birlikte Türkiye’de bu yapısal sıkışmayı daha da ağırlaştıran kritik bir unsur bulunmaktadır: barınma maliyetleri. Konut fiyatları ve kiralardaki aşırı artış, üretken sermaye ile çalışanlardan gayrimenkul sermayesine büyük ölçekli bir gelir transferi yaratmaktadır. Bu durum yalnızca ücret baskısını artırmakla kalmıyor; üretim maliyetlerini, yatırım iştahını ve toplumsal refahı doğrudan zayıflatan bir mekanizma oluşturuyor.

